Onunla bu dağ başına yerleşmeye karar verdiğimizde, ikimiz de bunun çok kolay, çok keyifli ve inanılmaz bir şekilde mutlu edici olacağını sanıyorduk. Bildik nedenlerin dışında, temiz havanın, sessizliğin, kuşların ve derenin dışında, sadece o ve sadece ben olacaktık.
Derenin ve kuşların bize yeteceğini, bizim birbirimize yeteceğimizi ve geriye kalan her şeyin, bizi ancak uzaklardaki bir gök gürültüsü kadar ilgilendireceğini düşünmüştük. Domatesleri ve biberleri, sevdiğimiz meyvaların ağaçlarını, reçel yapmanın inceliklerini ve toprağın kokusunu sevecektik. Çıplak ayaklarımızla o toprağın üzerinde yürüyecek ve birbirimize “bak işte bu insanı rahatlatan iyi bi şeymiş” diyecektik.
Her iki baharı da bekleyecektik. Yazın bunalmayacak, kışın ürpermeyecektik.
Onunla ben, bu dağ başında her şeyden uzak yaşayacaktık.
Köyün sınırına yakın bir ev bulduk. Ev dememizin nedeni, bir eve benzemesinden çok, benzememesiydi. Ona ev diyecektik ama onun asla bir eve benzemesine izin vermeyecektik. Belki zamanla daha güzel bir isim bile bulabilirdik.
İsimli ya da isimsiz tüm eşyalarımızı, bilinen tüm tasarım kurallarıyla dalga geçer gibi yerleştirip, sonra da kendimizle kafa bulacaktık. Bizim gibi insanların alışkanlıklarına kendini bir aptal gibi hissettirecek her ne varsa, hepsini büyük bir keyifle yapacaktık.
Aptallığın nasıl bir mutluluk olduğunu, kendimizi çok akıllı sanarak tadacak ve “aşmışız biz, işte olay bu abi!” diyecektik. Hatta, içilebilir türde bir şarap yapıp yapamayacağımızı sorgulayacak, sonuçta elde edebileceğimiz olası sıvıların, şarapla benzeşim oranını gözlemleyecek ve o sıvın bu gözlemi kimin aracılığıyla yapacağını tartışacaktık.
Biz, o ve ben, ölmeden önce son bir kez daha sevecektik.
Köyün sınırına yakın evde bir gece boyunca konuştuk. Sabah oldu, güneşin doğuşunu kendimizden geçerek izledik. Başka sabahlarımız da olacaktı.
Yapacaktık, tüm bunları yapacaktık. Ben o fareyi görmeseydim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder