Bazı bilimkurgu öyküleri nasıl başlar bilirsiniz.
"Geldiler. Onlar uzayın bilinmeyen bir köşesinden, dünyamıza geldiler."
Nasıl haklılar anlatamam! Gerçekten geldiler. Hem de uzayın bilinmeyen bir köşesinden, ama yüz binlerce yıl önce. Onlar galaksinin en zeki çocuklarıydı. Bir okul gemisiyle kapsamlı bir uzay turuna çıkmışlardı. Ana gemiden minik bir gemiyle ayrılmışlar ve minik bir uyduya taş toplamaya gidecekleri yerde, nasıl olduğunu anlayamadan kaybolmuşlardı.
Minik gemide beş öğrenci, beş acayip zeki öğrenci vardı. Zaten onlar özellikle bir araya toplanan, galaksinin umudu olan üstün yetenekli çocuklardı. Ama sonuçta çocuktular işte. Yaramaz, sevimli.
Kaybolduklarını ilk anlayan G oldu.
"Kaybolduk galiba!" dedi.
D ise kesinlikle buna karşı çıktı.
"Hayıır!" dedi.
Y, her bir aleti ve her bir düğmeyi kontrol etti. Sonra uzaya derin derin baktı ve "Hıı, kaybolmuşuz" dedi.
"Bu gemi kaybolmaz!" dedi D.
"Nasıl oldu bu iş?" dedi K.
"Bilmiyoruz!" dediler diğerleri.
Durumu kabullenmeleri biraz sürdü. Ee kolay değildi tabii, galaksinin en gelişmiş uygarlıklarının yaptığı gemilerin öyle pat diye kaybolması.
Sonunda hepsi "Kaybolmuşuuuz!" dediler.
Ve ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Önce nerede olduklarını bulabilirlerse iyi olacaktı. Sonra geriye dönmeyi başaracaklardı, sonra da anılarını yazacaklardı. Birden G'nin aklına bir fikir geliverdi. "Yaa ne diyorum, biliyor musunuz? Haydi gelin en yakın gezegene gidelim!"
"Tamam" dedi K. "Eğer ilkel birilerini bulursak eğleniriz belki."
"Oleee!" dediler.
En yakın gezegen bizimkiydi. Geldiler. Ama ne ilkel canlılar buldular ne de uygar. Bitki var mıydı bilmiyorum, ancak ortada dolanan herhangi bir canlı türü yoktu işte. Hevesleri kursaklarında kalmıştı, çok sinirlendiler.
Y dedi ki "Burada hiçbir şey yok!"
Diğerleri "Görüyoruz!" dediler.
Y dedi ki "Biz yapsak?"
Diğerleri "Neden olmasın?" dediler.
O günlerde kendi uygarlıklarında bir moda başlamıştı zaten. El değmemiş gezegenler bulunuyor ve çeşitli yaşam biçimleri tasarlanıyordu. Hatta son zamanlarda bu işin sanat yanı ağır basmaya başlamış ve en değişik canlıları tasarlayanlara ödüller verilir olmuştu. Beş öğrencinin bu modayı yakından takip etmediklerini kimse iddia edemez sanırım. Ama onların bir farkı vardı. Onlar sadece izleyici değillerdi ki, bunu yapabilecek yetenekte çocuklardı. Güle oynaya yaptılar sonunda.
O güne kadar en fazla üç canlının tasarımı yapılırdı boş gezegenlerde. Çok dikkatle tasarlanırlar, uzun araştırmalarla ve büyük bir dikkatle uygulanırlar ve sonra da kendi hallerine bırakılırlardı.
Ama bizim çocukların en fazla üç canlı gibi bir takıntısı yoktu. İçlerinden gelen, akıllarına düşen, kabuslarını süsleyen ne varsa, bir bir ortaya çıktı. Ve, bir türe de zeka denilen belalı yeteneği bağışladılar. Ee tabii bu zekanın, onların sahip olduklarıyla boy ölçüşecek bir yanı yoktu. Sadece zamanla gelişecek, belki de hiç gelişmeyip yerinde sayacak bir şeydi.
Her neyse…
Daha zeki canlıların tasarımı tam bitmemişti ki, sıkıldılar. Tüm çocuklar gibi. Toplanıp gittiler. Onlara ne olduğunu bilmiyorum. Bir kurala uyduklarını biliyorum sadece. Bizi kendi halimize bıraktılar. Bana inanmak istemeyebilirsiniz, ama bir bakın Dünya’ya. Size de bir çocuk oyununu anımsatmıyor mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder