Kediler, bahçem ve Safiye teyze
Beş yaşındaydım sanıyorum, bir kedim vardı. Adını 'Mücap' koymuşum. Nereden buldum bu adı bilmem! Bugün bile bildiğim tek Mücap, Mücap Ofluoğlu. O günlerde Erzincan'da yaşıyorduk, evimiz tek katlıydı. Küçük bir bahçesi, dut ağacı, salıncağı ve tohum yapacağım diye yolup durduğum güzel çiçekleri vardı. Ağacına tırmanır, yolunda koşar, altını üstüne getirirdim de yine sığamaz kendimi sokağa dar atardım.
Mücap'ı nerede bulduğumu anımsamıyorum, herhalde sokakta gördüm onu. Tüyleri sarı mıydı bilmem, belki de duman rengi. Yavru olduğunu biliyorum, ya kolumdaydı ya eteğimde. Çok boğuştuk onunla, gizliden eve sokup annemden çok azar işittim.
Bir gün Mücap ölmüş, bunu hiç anımsamıyorum doğrusu. Ya biri ezmiş onu ya da boğulmuş, bunu da annem anımsamıyor. Mücap benim ilk kedimdi. Sonraları sevip okşadığım, korkutup kaçırdığım çok kedi oldu ama ?benim' diyebileceğim başka kedi olmadı.
İlkokula İstanbul'da başladım. Bu kez evimiz bir apartman katındaydı. Yatak odalarımızın baktığı bir de bahçesi vardı. İki katlı, iki ağaçlı, dört bir yanı kapalı garip bir bahçeydi burası. Tüm çiçeksizliğine ve sevimsizliğine karşın, bizlerin öncelikli oyun yeriydi ve kedileri de hiç eksik olmazdı.
Bir gün gizlice eve aldığım bir kediyi, yine gizliden bahçeye yollamak istedim. Bulduğum yol bence pek parlaktı. Kediyi balkondan bahçeye bırakacaktım! Bu arada altımızdaki iki katı da göz önüne aldım ve kedicik düşüp de bir yerini kırmasın diye güzelce bağladım. 'Dört ayağı üzerine düşmek' diye bir söz duymamıştım, duysam da bunun kedileri ilgilendiren bir yanı olduğunu bilemezdim.
İpin ucunda sallanan kediyi yavaş yavaş bahçeye indiriyordum, baktım ipin sonu gelmiş ama kedi daha yolun yarısında. Bu arada kedi debelene debelene ipi boynuna dolamayı başarmış, bas bas bağırıyor. Komşu teyzeler camlara uğramış "Aman bırak! Hayvan boğuluyor!" sesleri geliyor dört bir yandan. O şaşkınlıkla ipi attığım gibi içeri kaçtım. Bu gürültüye annem yetişmiş miydi bilmem, belki de kulağıma gelen en yakın "Bırak!" sesi onunkiydi. Böylece hiç aklıma gelmezken, bir kediyi idam etmeme az kaldı. Sonunda şunu öğrendim ki, ?Kediler dört ayakları üzerine düşerler.' Bu olay hiç düşlerime girmedi ama uzun bir süre bahçede hep tetikte oyunlar oynadım, kim bilir belki kedi öç alırdı.
Kedili ya da kedisiz, ilkokul yıllarında yarı ömrümün geçtiği bahçemizi, orada oynadığımız oyunların, kavgaların ve tüm gürültü patırtının şenliğini hiç unutmadım. Sonunda 'Beyaz Gölge' bizim ufaklıkları basketbol sevdalısı yaptığında, duvarına asılan bir pota ve kedileri ile bahçemizi, küçük kardeşlere bırakma gününün geldiğini anladık. Hem artık bizleri istemiyorlardı. Onların potaları, silahları ve yanımızda oynamak istemedikleri garip oyunları vardı. Gün geldi onlar da bir boy ufaklarına devrettiler bahçeyi, ama ne onlar ne de sonrakiler bizim neredeyse başaracağımız bir şeyi düşünemediler bile.
Demet, Sedat -iki kardeş- bir de ben, aynı sınıfta okuyorduk. Kimi günler okul çıkışı sınıftan başka çocuklarla bizim bahçeye gelir, anneler gözümüzü iyice korkutuncaya kadar oyunlar oynardık. İlk düşünce kimden çıktı bilmem, belki aramızda kurduğumuz bir oyundan esinlendik, belki de haftada üç gün izlediğimiz televizyondan. Bahçemizde bir oyun sergileyecektik! Sınıfın yarısına yakınını güç bela kandırdık, öğretmenimizin günlerce yakasından düşmedik, bizi izlemeye çağırdık. Bahçenin alt katında oynarken, o da bizi iki metre yukarıdaki üst bahçeden izleyecekti. İlk iş, küçük merdivenden yukarıya bir sandalye çıktı. Bahçenin ortasından çamaşır ipini gerip, bulduğumuz çarşafları üstüne attık. Böylece her şey tamamdı işte! Sahne arkası, sahne ve izleyici bölümü.
Anımsadığım kadarıyla oyunumuzun başı sonu belli değildi, ha bire birbirine telefon açıp duran iki kız vardı -Demet ve ben- sonra kaçırılan bir çocuk ve bir dolu yanlış anlaşılma. Nerede ne söyleyeceğimizi hiç bilmiyorduk, şöyle olsun böyle olsun diye konuşup durmuştuk. Yine de bize her şey tamam görünüyordu. Tamam olmayan tek şey, elinde kocaman bir sopa ile bizleri önüne katıp kovalayan kapıcı teyzeydi. Başından beri bahçeye arkadaşlarımızı doldurmamıza kızan Safiye teyze, bizim küçük orduyu görünce patlamıştı. Çil yavrusu gibi dağıttı bizi. Yalvardık yakardık olmadı "Annemize söyleriz ha!" dedik, iyice delirttik Safiye teyzeyi, tuttu sokağa sürdü bir de orada kovaladı. Her birimiz bir yana dağıldık. Çocukların çoğu evlerine gitti, biz de aşağı sokakta oyuna daldık. Öğretmenimizin geleceğini unuttuk, hem de ne unutma! Okula gidip, sınıfa girdik de aklımıza geldi.
Öğretmenimiz bize küsmüş, karne alacağımız gün geliyor. Sıralarımızda melekler gibi oturuyoruz. Okul dönüşü artık oyunu moyunu boş verip, Safiye teyzeyi kudurtuyoruz. Sonunda karneleri aldığımızda, tüm derslerimizin 'pekiyi' olduğunu gördük. Yalnız ?pek' ler, 'iyi' lerin başına sonradan eklenmiş gibi geldi bize. Ne olursa olsun, bağışlanmıştık. Biz de Safiye teyze ile uğraşmaktan vazgeçtik.
İşte böyle.. O bahçe bir 'Açık Hava Tiyatrosu' olabilirdi, ne çare 'Safiye teyze' engeline çarptı kaldı.
Melike'nin kardeşleri
Birer ikişer gelip merdivene yerleştik. Voleybol oynayacağız diye alt bahçenin ortasından gerdiğimiz ip, eğilmiş, kımıltısız bizi bekliyor. Merdivenin iki yanı tam oturulacak yerler. Ayaklarımızı sallıyoruz, ikide bir aşağı atlayıp sonra yerimize zıplıyoruz. Melike sona kaldı bugün. Kenarda yer yok, o da basamaklara oturdu. Somurtup duruyor. Zaten oyunda da eline gelen her topu dışarı attı. Bir servis atayım dedi, neredeyse Aylin ablanın camlarını aşağı indiriyordu. Biraz da onun yüzünden oyunu bıraktık. Oturmuş elinde bir çöp, basamağa inatla oyuk açmaya çalışıyor.
Zıplayıp yanına geldim, çöpü alıp atacaktım elinden ama ağladığını görünce yanına iliştim. "Melike ne oldu?" deyip, kolumu da boynuna doladım. Olmazlandı, omuz silkti ama az üstelesem anlatacak. Ben de dil döktüm biraz. Gözlerini sildi, burnunu çekti. Tam konuşacak baktık bütün millet başımızda. Hepsi merakla Melike'nin kızarmış burnuna bakıyor. Sıkılır şimdi, susar toptan dedim ama Melike canlandı birden, dili çözülüverdi.
Dört ablası var Melike'nin, bir de abisi. Hepimiz biliyoruz bunu, ama meğerse iki kardeşi daha varmış. Abisi bir iş için nüfus kağıtlarının verildiği yere gitmiş, orada nasıl olduysa başka kardeşlerinin olduğunu öğrenmiş. Tabii evde herkes birbirine bağırmış. En sonunda annesi, babası için "Onun asıl karısı benim, bize bakıyor işte, daha ne istiyorsunuz?" deyince ablaları susmuş ama abisi susmamış, daha çok bağırmış "Hem de kadına ev açmış, çocukları da nüfusuna geçirmiş!" diye söylenerek sinirle dolanmış odada. Bir de masaya tekme atınca, Melike korkup bahçeye kaçmış, bakmış biz de oradayız hemen oyuna katılmış.
Öyle bel bel Melike'ye baktık bir süre. Ne ayrı ev açmaktan bir şey anlamıştık, ne de bir başka kadından. Benim bu işten anladığım, Melike'nin üzüldüğüydü. Tam Melike'ye "Boş ver, üzülme" diyecektim ki, Demet atıldı "Kardeşlerinin adları neymiş?"
Eve çıktığımda annem daha gelmemişti. Geldiğinde ona, bir başka kadının ve ayrı ev açmanın ne olduğunu soracaktım. Acaba babama da başka kardeşlerimin olup olmadığını sorsam mı?
Ya peki, Melike'nin annesi hiç üzülmedi mi? Babası onlara bakmayınca mı üzülecekti? Annesi kendi kendisine bakamıyor mu? Annesi kendisine bakabilse o da ayrı ev mi açacak? Yoksa..
Demet'in çarşafı
Demet ile tüm bahçeyi arşınlayıp topladığımız gazoz kapaklarını, yukarı bahçenin kuru toprağına kuş biçiminde, ev biçiminde gömer sonra da karşısında kurumlanırken ilk dedikodularımızı yapardık. Demet'in kafasına silgi atıp duran bir Ahmet vardı, önce ondan konuşurduk. Demet iyice bir söylendikten sonra sıra diğer arkadaşlara, ödevlere giysilere gelirdi.
İlkokulu bitirip Ortaokula başladığımız yıl, gazoz kapakları unutuldu. Okullarımız ayrıydı. Anlatılacak yeni arkadaşlar, öğretmenler ve gizliden şişinip durduğumuz yeni bir okulumuz vardı. Öğleden sonra okula gider, akşam karanlığında dönerdik. Annelerimiz kapıda camda bizi bekler, yolda az çene çalıp oyalansak bir güzel azar işitirdik. Aslında herkes birbirinin yolunu gözler olmuştu. Biz de, işte böyle böyle ülkede 'anarşi' olduğunu öğrendik. Anarşiden anladığımız, insanların birbirini öldürmesiydi. Savaş gibi bir şeydi bu, ama düşman ülke yoktu. Biz kendi kendimize savaşıyorduk. 'Devrimciler' ve 'Ülkücüler' vardı. Okulda adlarını çok duyar olmuştuk. Evde de konuşulurdu, sokakta da. Sonunda bizim bahçede de konuşulmaya başlandı. Oradan buradan duyduğumuz ne varsa hemen baş konumuz oluyordu. Devrimci ve Ülkücü diyorduk da, ne olduklarını tam anlayamıyorduk. Gözümüz topta kalırdı ama şu büyükler gibi konuşmak yok mu ya! Sıkılsak da belli etmezdik. Ama biri hadi oyuna! dedi mi, o saat ne büyümüşlük kalırdı, ne bilmişlik.
Bir gün Demet, o çok sevdiğim uzun sarı saçlarını savura savura yanıma gelip "Biliyor musun?" dedi "En iyi parti başkanı kimmiş?" "Kimmiş?" dedim. "Kim olacak akıllım, Alpaslan Türkeş" deyip, bilmiş bilmiş yüzüme baktı. "Neden iyiymiş ki?" dedim adam akıllı meraklanarak. "Adına baksana bir kere, tam Türk adı" E hepimizin adı Türkçe, ne var bunda şimdi? Ne var da olur muymuş, onun adı asıl Türk adıymış! Adı böyle olan biri kim bilir Türkiye'yi ne kadar düşünürmüş. Demet öyle heyecanlı heyecanlı anlatıyordu ki, araya girip bu işe aklımın pek yatmadığını söyleyemedim. "Bir de şu Ecevit'e bak" dedi, "E-ce-vit, ne demek bu?" İşin doğrusu ne demek ben de bilmiyorum ama bir şey bulup söylemeliyim yoksa Demet beni kandırdığını sanacak. Birinin adına bakıp da hiç yararlı mı, zararlı mı diye karar verilir mi? Ahmet var, Mehmet var, sonra Tülin, Aslı.. Demet sen de nereden bulursun böyle şeyleri bilmem ki?
Melike "Haydi! Saklambaç oynuyoruz, gelsenize!" dedi de bu ad işi bitti. Yoksa ne derdim ben bu kıza?
Ortaokulu bitirdiğimiz yıl, Demet'in halasının oğlunun öldürüldüğünü öğrendik. Demet çok üzüldü. Biz hala oğlunu tanımıyorduk ama Demet'in ağlaması hepimizi üzdü. Devrimciler öldürmüş onu. Azize duymuş birinden, sır verir gibi gelip söyledi. Biz de bir daha bu Devrimci Ülkücü sözlerini bahçede etmemeye karar verdik. Duyup da üzülsün istemezdik. Zaten kot pantolon markaları, müzik falan dururken, hele bir de okulda bizimle bir garip konuşmaya başlayan oğlanlar varken, kimin umurundaydı devrim, mevrim. Demet ise bahçeye inmez oldu. Önceleri pek üstelemedik ama biraz zaman geçince, hadi gelsene diye epey kapısını aşındırdık. Ancak Demet, bahçeden elini ayağını kesmişti.
Liseye başlayacağımız yıl, Demetler başka yere taşındılar. Görüşemez olduk. Haberini alırdık ara sıra, annelerimiz gider gelirlerdi. Bir iki yıl sonra duyduk ki, Demet kendini dine vermiş, artık o güzel sarı saçlarını kimse görmüyormuş.
Yaz aylarını hep sevmişimdir. En çok da denizi. Çocukluğumun yaz ayları, kumsaldaki kalelerdi. Güneşte renk değiştirip, denize koşmaktı. Yazlar geldi geçti, sonunda öyle kısaldı ki benim için yaz demek, okuldan geriye kalan bir iki haftanın koşuşturması oldu.
Demet'i de en son bir yaz ayında Ayvalık'ta gördüm. Bizimkiler yazlık ev tutmuşlar, ben de sınav dönemi bitince kalkıp gittim. Meğer Demetlerin de evleri varmış aynı yerde. Öyle çok oldu ki görüşmeyeli, hem heyecan hem merak. Bir de şu zaman olmasa, hepi topu bir haftam var. Hadi öyleyse, değiş şu üstünü de sıcaktan ölmeden git gör Demet'i. Yoldan az aşağı yürüyünce evlerini bulurmuşum. Acaba duydu mu geldiğimi?. O da beni merak ediyordur. Merak merak, ne varmış merak edecek? Bizim Demet işte! Başı örtülüdür elbet, eh şort da giyinmiyordur. Başka ne olacak ki?
Kafamda nasıl giydirip kuşatsam da, öğle güneşinde bana doğru gelen Demet'i gördüğümde, şaşkınlığımı, dolaşan ayaklarımı unutamam. Başörtüsü bir tuhaf bağlanmış başına, omuzlarından dökülüp, neredeyse ellerine dolanacak. Elbisesi ayaklarına dolanmış çoktan, kara kara dalgalanıyor. Geldi sarıldı bana. Nasılsın iyi misin derken baktık, kol kola denize doğru yürüyoruz. Çocukların bağırışları geldi kulağıma, birinin şatosunu deniz götürmüş annesine dert yanıyor. "Demet," dedim "Biliyor musun, Alpaslan Türkeş'in asıl adı başkaymış!" Dönüp baktı yüzüme, bu kız ne diyor diye. Sonra da bir gülme aldı bizi, tam oldu. Ne garip görünüyorduk, kim bilir?
O yaz bir haftamı denizde kumsalda döne döne geçirdim. Demet evlerindeydi çoğunluk. Arada bir kumsalın en ucuna yürür, küçük burnu dönünce sırtımızı kayalara dayar, bir kuşlar bizi görürken Demet, eteklerini dizlerine çekip başını çözerdi. Saçları güneşle atışır, dizleri pembe pembe olunca, söylenip altına toplardı.
Temmuz sıcağı geldi geçti, bir daha da Demet'i göremedim. Evlendiğinde ne oldu bilmem nikâhına gidemedim. Açık yeşilmiş gelinliği, bir de aynı renk türban takmış başına. Kutlamak için elini uzatan erkeklere, gözü yerde elini vermemiş. Eşi de kadınlardan kaçıp durmuş.
İlkokulu bitirme onuruna annelerimizi kandırıp, herkesin giydiği şu apartman topuklu terliklerden aldırmıştık. Çöp bacaklarımızı dengede tutmaya çalışarak, öyle leylekler gibi dolanırdık. İşte ben Demet'i hep böyle anımsıyorum. Tüm oyunlarımız ve şenliğimizle..
Pencerenin ardında
Okul dönüşü baktım, bizim bıcırıklar bahçeyi parsellemiş, at koşturuyorlar. Hava da öyle güzel ki! Ne zaman büyüdü bunlar? Bahçe de onların, güzel havalar da, ama yağma yok! Zaten şu fizik sınavı canıma yetti, hiç anlamam. Doğru bahçeye! Önce bizimkileri bulayım da sesimiz çok çıksın bari. Böyle giderse yakında özel izinleriyle girip çıkacağız bahçemize.
Yok olacak şey değil! Bir velvele kopardılar ki duyan adam kestiğimizi sanacak. Gitmem de gitmem. Daha yeni inmişler aşağıya, tam oyunun ortasında, hem zaten bizim dersimiz yok muymuş?? Aman, susun yeter! Bir adım atmadan yorulduk. Oynayın ne oynuyorsanız. Kös kös çıktık merdivene, kenarlarına dizildik. Artık atlayıp zıplayamıyoruz, bir oturdun mu ayakların neredeyse son basamakta.
Bunların yorulmasını beklersek, akşamı ederiz. Zaten Azize'yi çeke çeke bahçeye indirmişiz, şimdi de gözü evlerinin camında, gitti gidecek. Oyunda da pek gözü yoktu, ne oldu ki bu kıza? Azize kıpırdanıp doğruldu o sıra, gelip üst basamağa aramıza yerleşti "Size bir şey söyleyecem!" dedi. Sıkışıp Azize'ye yaklaştık, belli bir sır verecek.
Adana'ya gelin gidecekmiş. Geçende istemişler babasından, baba "Kısmetse" demiş, dün de "Olur" deyivermiş. "Azize?" dedim "Daha senin yaşın kaç?" Hoş, bizimle birlikte liseye başlamadı ama evde otursa da, ne bileyim, yani.. "E, peki beğendin mi çocuğu, nasıl biri?" Pek çocuk değilmiş anlaşılan, anlatırken gözünü yukarı çeviriyor. Boylu poslu, yapılı, elbette esmer. "İyi de, yaşı kaç?" Yaşı da Azize'nin iki katı kadar var, ama olsun 'iyi adam' mış. Artık Azize de gidiyor demek. Demetler de taşınmıştı geçen yıl, bahçemiz boşalıyor. Bahçenin boşalmayacağı aşağıdaki gürültüden belli aslında, bir de top atıp duruyorlar yukarıya, sonra da "Abla, atsana, ya.. Atsana!"
Azize evlendi gitti. Biz de okuldu, sınavdı derken günleri devirdik. İki yıl geçti geçmedi, duyduk Azize boşanmış. Yuvarlak yüzü, çekik gözleriyle geri geldi. Sessiz sedasız yerleşti baba evinde bir köşeye. Hiç de iyi adam değilmiş kocası. Daha ilk günden sövgü, dayak. Artık bahçe de yasak Azize'ye. Aslına bakarsan, bizim de pek bahçelik halimiz kalmadı ya ara sıra yalvar yakar olup ufaklıklara, voleybol oynuyoruz.
Bu kez annem söyledi, Azize evleniyormuş. Pencerenin kıyısına oturup bizi izlediği geldi de aklıma, bir başka sevindim. Evleneceği adam iki çocuk babası, karısını kaçırmış zamanında, çok severlermiş birbirlerini. Beş altı yıl mutlu mutlu yaşamışlar ama kadın ölmüş bir araba kazasında. Aradan geçmiş birkaç yıl, acı dinmiş. İşte şimdi bizim Azize ile evleniyor. Akşama da kına gecesi var Azize'nin, giyinip kuşanıp gideceğiz.
Çift sıra dizildik evin salonuna. Bir uğultu, bir gürültü. Çocuklar koşturup duruyor, kırılacak ne var ne yok tepelere kaldırılmış. Kızlar ortada kıvrım kıvrım, bir de sıcak sorma gitsin! Annem tutturmuş kalk sen de oyna diye "Ayıp olur kızım" Şimdi bu sıcakta.. Neyse Erzurum havası çaldı da, ayağım gitti. Bir dönenip oturacam, karşımda Ayla, hiç bırakmaya niyeti yok. Azize'ye bir bakayım dedim de kurtuldum. Kıyıda oturuyor ellerini birleştirmiş, kafası önünde. Çevresinde tanımadığım kadınlar, tam kuşatmada. Sonra konuşurum elbet, boş ver şimdi.
Kınaya sıra gelmiş, ortalık yer boşaltıldı. Azize'yi taşıdılar önce, tülbent attılar başına, yüzü gözü örtüldü. 'Çayda çıra' olmadan kına gecesi olur mu? Ellerinde mum dikili kına tabakları, seke seke kızlar doldu odaya. Eteklerine bizim bahçe eşkıyaları yapışmış "Ben de tutacam işte!", "Mumları kim söndürecek?", "Anne! ya vermiyo.." Tabakları Azize'nin çevresine dizdiler. "Dur, yapma!" demeye kalmadı, çocuklar saldırıya geçti. Ne mum kaldı ne tabak. Vıcık vıcık kınaya bulandılar, anaları zor yetişti.
Azize'nin elleri kınalandı, bir güzel sarıldı bezlerle. Şimdi Azize'yi ağlatmak gerekiyormuş. 'Babamın bir atı olsa, binse de gelse..' Şöyle içe dokunur ne şarkı türkü varsa, bir bir sıralandı. Tam da ağlatacak adamı buldular, kızın zaten güldüğü yok ki! Azize de dolmuş belli, koyuverdi kendini usul usul. Sessizden bir ağladı önce, sonra susturana aşkolsun! Erkek tarafı gitti o ara, Nilgün abla dayanamayıp bağırdı "Eh, Azize artık susabilirsin!"
Gece yarısını geçiyordu, yorgun argın döndük eve. Yarın erken kalkmalıyım, uyumalı artık.
Bizim bahçe çocukları birer birer ayrıldılar o evden. Kimi evlendi gitti, kimi taşındı başka yere. Ben de oturmuyorum artık orada. Bir Melike kaldı, evlenince alt kata yerleşmiş. Bir de Azize.. Geçen yıl, eşi ölmüş. Yine pencerenin ardında, yine yasaklı. Kim bilir, merdivenimize bakıyordur belki, bakıp da bizlere "Evleniyorum" dediği o günü anıyordur. Bir daha evlendirileceği zamanı bekleyerek..
Benim merdivenimin canı sıkılıyor mu?
Çocukluğunuzun bahçelerini anımsıyor musunuz? Evlerin, okulların bahçelerini? Her çocuğun bir bahçesi vardır sanırım. Deyin ki, yok! Olsun, onlar bir bahçe kurarlar kendilerine bilirim. Ya evin gözden ırak bir köşesinde, ya sokakta bir kuytuda. O da olmadı, sedir altları bile bir bahçe olabilir. Hem yalnız kuru bahçe mi? Orman da olur, savaş alanı da.
Ben çocukluğumun bahçesini seviyorum. İki katını da, iki ağacını da. Çok sık olmaz ama bazen şöyle gözlerimi kapayıp, ah! çocukluğum desem, aklıma tek orası gelir. Aslında sevdiğim, anılarım. Belki de kurduğumuz oyunlar, kırdığımız camlar, küçük merdivenim. Hatta zaman zaman bahçemize el koyan ufaklıkları bile seviyorum! Ama korkarım, artık orası kimsenin bahçesi değil. Son gördüğümde alt katına kocaman bir kömürlük yapılmıştı. Bahçe duvarına bitişik, çirkin bir kömürlük. Yarısına kurulmuş bahçenin, pişkin pişkin oturuyor. Belki üst bahçenin kuru otlarında, ha bire dalları budanan iki ağacında bugünün yaramazları kendi dünyalarını kuruyorlardır. Belki de şu son toprak parçasını, gürültü istemeyen komşulara, kapıcı teyzelere ve daha nice tehlikelere karşı koruyorlardır.
Merak ediyorum da, atlayıp zıpladıkları o küçük merdivene arada bir oturup, çene yarıştırdıkları oluyor mu? Bizim merdiven toplantıları daha çok, avcıların palavra yarışmasına benzerdi. Düş kahramanlarımız vardı elbet, ama bizim düşlerimiz de vardı. Anlata anlata dal budak saran, sonunu getiremeyip içinden çıkamadığımız bir dolu öykü. Düşünü kuracağımız o kadar çok giz vardı ki. Tüm yıldızlar, tüm ormanlar bizimdi.
Bugün o merdiven, sanırım Ninja Kaplumbağalarla, değişip duran kamyonları öğrenmiştir. Bu çocuklara düşleyecekleri bir şey kaldı mı? Onlar için her düş kurulmuş, ormanlar gezilmiş, denizler dolaşılmış, ne yerin altında bir giz kalmış, ne uzayın derinliklerinde bir uygarlık.
Kim bilir belki içlerinden birileri çıkıp palavra yarışmaları yapıyordur. Eğer öyleyse, o merdiven toplantılarının hakkını veriyorlardır. Benim bahçemde oynayacak yer yok artık, ama hiç değişmeyen bir merdiveni var. Bir düş merdiveni. Umarım canı sıkılmıyordur...
Beş yaşındaydım sanıyorum, bir kedim vardı. Adını 'Mücap' koymuşum. Nereden buldum bu adı bilmem! Bugün bile bildiğim tek Mücap, Mücap Ofluoğlu. O günlerde Erzincan'da yaşıyorduk, evimiz tek katlıydı. Küçük bir bahçesi, dut ağacı, salıncağı ve tohum yapacağım diye yolup durduğum güzel çiçekleri vardı. Ağacına tırmanır, yolunda koşar, altını üstüne getirirdim de yine sığamaz kendimi sokağa dar atardım.
Mücap'ı nerede bulduğumu anımsamıyorum, herhalde sokakta gördüm onu. Tüyleri sarı mıydı bilmem, belki de duman rengi. Yavru olduğunu biliyorum, ya kolumdaydı ya eteğimde. Çok boğuştuk onunla, gizliden eve sokup annemden çok azar işittim.
Bir gün Mücap ölmüş, bunu hiç anımsamıyorum doğrusu. Ya biri ezmiş onu ya da boğulmuş, bunu da annem anımsamıyor. Mücap benim ilk kedimdi. Sonraları sevip okşadığım, korkutup kaçırdığım çok kedi oldu ama ?benim' diyebileceğim başka kedi olmadı.
İlkokula İstanbul'da başladım. Bu kez evimiz bir apartman katındaydı. Yatak odalarımızın baktığı bir de bahçesi vardı. İki katlı, iki ağaçlı, dört bir yanı kapalı garip bir bahçeydi burası. Tüm çiçeksizliğine ve sevimsizliğine karşın, bizlerin öncelikli oyun yeriydi ve kedileri de hiç eksik olmazdı.
Bir gün gizlice eve aldığım bir kediyi, yine gizliden bahçeye yollamak istedim. Bulduğum yol bence pek parlaktı. Kediyi balkondan bahçeye bırakacaktım! Bu arada altımızdaki iki katı da göz önüne aldım ve kedicik düşüp de bir yerini kırmasın diye güzelce bağladım. 'Dört ayağı üzerine düşmek' diye bir söz duymamıştım, duysam da bunun kedileri ilgilendiren bir yanı olduğunu bilemezdim.
İpin ucunda sallanan kediyi yavaş yavaş bahçeye indiriyordum, baktım ipin sonu gelmiş ama kedi daha yolun yarısında. Bu arada kedi debelene debelene ipi boynuna dolamayı başarmış, bas bas bağırıyor. Komşu teyzeler camlara uğramış "Aman bırak! Hayvan boğuluyor!" sesleri geliyor dört bir yandan. O şaşkınlıkla ipi attığım gibi içeri kaçtım. Bu gürültüye annem yetişmiş miydi bilmem, belki de kulağıma gelen en yakın "Bırak!" sesi onunkiydi. Böylece hiç aklıma gelmezken, bir kediyi idam etmeme az kaldı. Sonunda şunu öğrendim ki, ?Kediler dört ayakları üzerine düşerler.' Bu olay hiç düşlerime girmedi ama uzun bir süre bahçede hep tetikte oyunlar oynadım, kim bilir belki kedi öç alırdı.
Kedili ya da kedisiz, ilkokul yıllarında yarı ömrümün geçtiği bahçemizi, orada oynadığımız oyunların, kavgaların ve tüm gürültü patırtının şenliğini hiç unutmadım. Sonunda 'Beyaz Gölge' bizim ufaklıkları basketbol sevdalısı yaptığında, duvarına asılan bir pota ve kedileri ile bahçemizi, küçük kardeşlere bırakma gününün geldiğini anladık. Hem artık bizleri istemiyorlardı. Onların potaları, silahları ve yanımızda oynamak istemedikleri garip oyunları vardı. Gün geldi onlar da bir boy ufaklarına devrettiler bahçeyi, ama ne onlar ne de sonrakiler bizim neredeyse başaracağımız bir şeyi düşünemediler bile.
Demet, Sedat -iki kardeş- bir de ben, aynı sınıfta okuyorduk. Kimi günler okul çıkışı sınıftan başka çocuklarla bizim bahçeye gelir, anneler gözümüzü iyice korkutuncaya kadar oyunlar oynardık. İlk düşünce kimden çıktı bilmem, belki aramızda kurduğumuz bir oyundan esinlendik, belki de haftada üç gün izlediğimiz televizyondan. Bahçemizde bir oyun sergileyecektik! Sınıfın yarısına yakınını güç bela kandırdık, öğretmenimizin günlerce yakasından düşmedik, bizi izlemeye çağırdık. Bahçenin alt katında oynarken, o da bizi iki metre yukarıdaki üst bahçeden izleyecekti. İlk iş, küçük merdivenden yukarıya bir sandalye çıktı. Bahçenin ortasından çamaşır ipini gerip, bulduğumuz çarşafları üstüne attık. Böylece her şey tamamdı işte! Sahne arkası, sahne ve izleyici bölümü.
Anımsadığım kadarıyla oyunumuzun başı sonu belli değildi, ha bire birbirine telefon açıp duran iki kız vardı -Demet ve ben- sonra kaçırılan bir çocuk ve bir dolu yanlış anlaşılma. Nerede ne söyleyeceğimizi hiç bilmiyorduk, şöyle olsun böyle olsun diye konuşup durmuştuk. Yine de bize her şey tamam görünüyordu. Tamam olmayan tek şey, elinde kocaman bir sopa ile bizleri önüne katıp kovalayan kapıcı teyzeydi. Başından beri bahçeye arkadaşlarımızı doldurmamıza kızan Safiye teyze, bizim küçük orduyu görünce patlamıştı. Çil yavrusu gibi dağıttı bizi. Yalvardık yakardık olmadı "Annemize söyleriz ha!" dedik, iyice delirttik Safiye teyzeyi, tuttu sokağa sürdü bir de orada kovaladı. Her birimiz bir yana dağıldık. Çocukların çoğu evlerine gitti, biz de aşağı sokakta oyuna daldık. Öğretmenimizin geleceğini unuttuk, hem de ne unutma! Okula gidip, sınıfa girdik de aklımıza geldi.
Öğretmenimiz bize küsmüş, karne alacağımız gün geliyor. Sıralarımızda melekler gibi oturuyoruz. Okul dönüşü artık oyunu moyunu boş verip, Safiye teyzeyi kudurtuyoruz. Sonunda karneleri aldığımızda, tüm derslerimizin 'pekiyi' olduğunu gördük. Yalnız ?pek' ler, 'iyi' lerin başına sonradan eklenmiş gibi geldi bize. Ne olursa olsun, bağışlanmıştık. Biz de Safiye teyze ile uğraşmaktan vazgeçtik.
İşte böyle.. O bahçe bir 'Açık Hava Tiyatrosu' olabilirdi, ne çare 'Safiye teyze' engeline çarptı kaldı.
Melike'nin kardeşleri
Birer ikişer gelip merdivene yerleştik. Voleybol oynayacağız diye alt bahçenin ortasından gerdiğimiz ip, eğilmiş, kımıltısız bizi bekliyor. Merdivenin iki yanı tam oturulacak yerler. Ayaklarımızı sallıyoruz, ikide bir aşağı atlayıp sonra yerimize zıplıyoruz. Melike sona kaldı bugün. Kenarda yer yok, o da basamaklara oturdu. Somurtup duruyor. Zaten oyunda da eline gelen her topu dışarı attı. Bir servis atayım dedi, neredeyse Aylin ablanın camlarını aşağı indiriyordu. Biraz da onun yüzünden oyunu bıraktık. Oturmuş elinde bir çöp, basamağa inatla oyuk açmaya çalışıyor.
Zıplayıp yanına geldim, çöpü alıp atacaktım elinden ama ağladığını görünce yanına iliştim. "Melike ne oldu?" deyip, kolumu da boynuna doladım. Olmazlandı, omuz silkti ama az üstelesem anlatacak. Ben de dil döktüm biraz. Gözlerini sildi, burnunu çekti. Tam konuşacak baktık bütün millet başımızda. Hepsi merakla Melike'nin kızarmış burnuna bakıyor. Sıkılır şimdi, susar toptan dedim ama Melike canlandı birden, dili çözülüverdi.
Dört ablası var Melike'nin, bir de abisi. Hepimiz biliyoruz bunu, ama meğerse iki kardeşi daha varmış. Abisi bir iş için nüfus kağıtlarının verildiği yere gitmiş, orada nasıl olduysa başka kardeşlerinin olduğunu öğrenmiş. Tabii evde herkes birbirine bağırmış. En sonunda annesi, babası için "Onun asıl karısı benim, bize bakıyor işte, daha ne istiyorsunuz?" deyince ablaları susmuş ama abisi susmamış, daha çok bağırmış "Hem de kadına ev açmış, çocukları da nüfusuna geçirmiş!" diye söylenerek sinirle dolanmış odada. Bir de masaya tekme atınca, Melike korkup bahçeye kaçmış, bakmış biz de oradayız hemen oyuna katılmış.
Öyle bel bel Melike'ye baktık bir süre. Ne ayrı ev açmaktan bir şey anlamıştık, ne de bir başka kadından. Benim bu işten anladığım, Melike'nin üzüldüğüydü. Tam Melike'ye "Boş ver, üzülme" diyecektim ki, Demet atıldı "Kardeşlerinin adları neymiş?"
Eve çıktığımda annem daha gelmemişti. Geldiğinde ona, bir başka kadının ve ayrı ev açmanın ne olduğunu soracaktım. Acaba babama da başka kardeşlerimin olup olmadığını sorsam mı?
Ya peki, Melike'nin annesi hiç üzülmedi mi? Babası onlara bakmayınca mı üzülecekti? Annesi kendi kendisine bakamıyor mu? Annesi kendisine bakabilse o da ayrı ev mi açacak? Yoksa..
Demet'in çarşafı
Demet ile tüm bahçeyi arşınlayıp topladığımız gazoz kapaklarını, yukarı bahçenin kuru toprağına kuş biçiminde, ev biçiminde gömer sonra da karşısında kurumlanırken ilk dedikodularımızı yapardık. Demet'in kafasına silgi atıp duran bir Ahmet vardı, önce ondan konuşurduk. Demet iyice bir söylendikten sonra sıra diğer arkadaşlara, ödevlere giysilere gelirdi.
İlkokulu bitirip Ortaokula başladığımız yıl, gazoz kapakları unutuldu. Okullarımız ayrıydı. Anlatılacak yeni arkadaşlar, öğretmenler ve gizliden şişinip durduğumuz yeni bir okulumuz vardı. Öğleden sonra okula gider, akşam karanlığında dönerdik. Annelerimiz kapıda camda bizi bekler, yolda az çene çalıp oyalansak bir güzel azar işitirdik. Aslında herkes birbirinin yolunu gözler olmuştu. Biz de, işte böyle böyle ülkede 'anarşi' olduğunu öğrendik. Anarşiden anladığımız, insanların birbirini öldürmesiydi. Savaş gibi bir şeydi bu, ama düşman ülke yoktu. Biz kendi kendimize savaşıyorduk. 'Devrimciler' ve 'Ülkücüler' vardı. Okulda adlarını çok duyar olmuştuk. Evde de konuşulurdu, sokakta da. Sonunda bizim bahçede de konuşulmaya başlandı. Oradan buradan duyduğumuz ne varsa hemen baş konumuz oluyordu. Devrimci ve Ülkücü diyorduk da, ne olduklarını tam anlayamıyorduk. Gözümüz topta kalırdı ama şu büyükler gibi konuşmak yok mu ya! Sıkılsak da belli etmezdik. Ama biri hadi oyuna! dedi mi, o saat ne büyümüşlük kalırdı, ne bilmişlik.
Bir gün Demet, o çok sevdiğim uzun sarı saçlarını savura savura yanıma gelip "Biliyor musun?" dedi "En iyi parti başkanı kimmiş?" "Kimmiş?" dedim. "Kim olacak akıllım, Alpaslan Türkeş" deyip, bilmiş bilmiş yüzüme baktı. "Neden iyiymiş ki?" dedim adam akıllı meraklanarak. "Adına baksana bir kere, tam Türk adı" E hepimizin adı Türkçe, ne var bunda şimdi? Ne var da olur muymuş, onun adı asıl Türk adıymış! Adı böyle olan biri kim bilir Türkiye'yi ne kadar düşünürmüş. Demet öyle heyecanlı heyecanlı anlatıyordu ki, araya girip bu işe aklımın pek yatmadığını söyleyemedim. "Bir de şu Ecevit'e bak" dedi, "E-ce-vit, ne demek bu?" İşin doğrusu ne demek ben de bilmiyorum ama bir şey bulup söylemeliyim yoksa Demet beni kandırdığını sanacak. Birinin adına bakıp da hiç yararlı mı, zararlı mı diye karar verilir mi? Ahmet var, Mehmet var, sonra Tülin, Aslı.. Demet sen de nereden bulursun böyle şeyleri bilmem ki?
Melike "Haydi! Saklambaç oynuyoruz, gelsenize!" dedi de bu ad işi bitti. Yoksa ne derdim ben bu kıza?
Ortaokulu bitirdiğimiz yıl, Demet'in halasının oğlunun öldürüldüğünü öğrendik. Demet çok üzüldü. Biz hala oğlunu tanımıyorduk ama Demet'in ağlaması hepimizi üzdü. Devrimciler öldürmüş onu. Azize duymuş birinden, sır verir gibi gelip söyledi. Biz de bir daha bu Devrimci Ülkücü sözlerini bahçede etmemeye karar verdik. Duyup da üzülsün istemezdik. Zaten kot pantolon markaları, müzik falan dururken, hele bir de okulda bizimle bir garip konuşmaya başlayan oğlanlar varken, kimin umurundaydı devrim, mevrim. Demet ise bahçeye inmez oldu. Önceleri pek üstelemedik ama biraz zaman geçince, hadi gelsene diye epey kapısını aşındırdık. Ancak Demet, bahçeden elini ayağını kesmişti.
Liseye başlayacağımız yıl, Demetler başka yere taşındılar. Görüşemez olduk. Haberini alırdık ara sıra, annelerimiz gider gelirlerdi. Bir iki yıl sonra duyduk ki, Demet kendini dine vermiş, artık o güzel sarı saçlarını kimse görmüyormuş.
Yaz aylarını hep sevmişimdir. En çok da denizi. Çocukluğumun yaz ayları, kumsaldaki kalelerdi. Güneşte renk değiştirip, denize koşmaktı. Yazlar geldi geçti, sonunda öyle kısaldı ki benim için yaz demek, okuldan geriye kalan bir iki haftanın koşuşturması oldu.
Demet'i de en son bir yaz ayında Ayvalık'ta gördüm. Bizimkiler yazlık ev tutmuşlar, ben de sınav dönemi bitince kalkıp gittim. Meğer Demetlerin de evleri varmış aynı yerde. Öyle çok oldu ki görüşmeyeli, hem heyecan hem merak. Bir de şu zaman olmasa, hepi topu bir haftam var. Hadi öyleyse, değiş şu üstünü de sıcaktan ölmeden git gör Demet'i. Yoldan az aşağı yürüyünce evlerini bulurmuşum. Acaba duydu mu geldiğimi?. O da beni merak ediyordur. Merak merak, ne varmış merak edecek? Bizim Demet işte! Başı örtülüdür elbet, eh şort da giyinmiyordur. Başka ne olacak ki?
Kafamda nasıl giydirip kuşatsam da, öğle güneşinde bana doğru gelen Demet'i gördüğümde, şaşkınlığımı, dolaşan ayaklarımı unutamam. Başörtüsü bir tuhaf bağlanmış başına, omuzlarından dökülüp, neredeyse ellerine dolanacak. Elbisesi ayaklarına dolanmış çoktan, kara kara dalgalanıyor. Geldi sarıldı bana. Nasılsın iyi misin derken baktık, kol kola denize doğru yürüyoruz. Çocukların bağırışları geldi kulağıma, birinin şatosunu deniz götürmüş annesine dert yanıyor. "Demet," dedim "Biliyor musun, Alpaslan Türkeş'in asıl adı başkaymış!" Dönüp baktı yüzüme, bu kız ne diyor diye. Sonra da bir gülme aldı bizi, tam oldu. Ne garip görünüyorduk, kim bilir?
O yaz bir haftamı denizde kumsalda döne döne geçirdim. Demet evlerindeydi çoğunluk. Arada bir kumsalın en ucuna yürür, küçük burnu dönünce sırtımızı kayalara dayar, bir kuşlar bizi görürken Demet, eteklerini dizlerine çekip başını çözerdi. Saçları güneşle atışır, dizleri pembe pembe olunca, söylenip altına toplardı.
Temmuz sıcağı geldi geçti, bir daha da Demet'i göremedim. Evlendiğinde ne oldu bilmem nikâhına gidemedim. Açık yeşilmiş gelinliği, bir de aynı renk türban takmış başına. Kutlamak için elini uzatan erkeklere, gözü yerde elini vermemiş. Eşi de kadınlardan kaçıp durmuş.
İlkokulu bitirme onuruna annelerimizi kandırıp, herkesin giydiği şu apartman topuklu terliklerden aldırmıştık. Çöp bacaklarımızı dengede tutmaya çalışarak, öyle leylekler gibi dolanırdık. İşte ben Demet'i hep böyle anımsıyorum. Tüm oyunlarımız ve şenliğimizle..
Pencerenin ardında
Okul dönüşü baktım, bizim bıcırıklar bahçeyi parsellemiş, at koşturuyorlar. Hava da öyle güzel ki! Ne zaman büyüdü bunlar? Bahçe de onların, güzel havalar da, ama yağma yok! Zaten şu fizik sınavı canıma yetti, hiç anlamam. Doğru bahçeye! Önce bizimkileri bulayım da sesimiz çok çıksın bari. Böyle giderse yakında özel izinleriyle girip çıkacağız bahçemize.
Yok olacak şey değil! Bir velvele kopardılar ki duyan adam kestiğimizi sanacak. Gitmem de gitmem. Daha yeni inmişler aşağıya, tam oyunun ortasında, hem zaten bizim dersimiz yok muymuş?? Aman, susun yeter! Bir adım atmadan yorulduk. Oynayın ne oynuyorsanız. Kös kös çıktık merdivene, kenarlarına dizildik. Artık atlayıp zıplayamıyoruz, bir oturdun mu ayakların neredeyse son basamakta.
Bunların yorulmasını beklersek, akşamı ederiz. Zaten Azize'yi çeke çeke bahçeye indirmişiz, şimdi de gözü evlerinin camında, gitti gidecek. Oyunda da pek gözü yoktu, ne oldu ki bu kıza? Azize kıpırdanıp doğruldu o sıra, gelip üst basamağa aramıza yerleşti "Size bir şey söyleyecem!" dedi. Sıkışıp Azize'ye yaklaştık, belli bir sır verecek.
Adana'ya gelin gidecekmiş. Geçende istemişler babasından, baba "Kısmetse" demiş, dün de "Olur" deyivermiş. "Azize?" dedim "Daha senin yaşın kaç?" Hoş, bizimle birlikte liseye başlamadı ama evde otursa da, ne bileyim, yani.. "E, peki beğendin mi çocuğu, nasıl biri?" Pek çocuk değilmiş anlaşılan, anlatırken gözünü yukarı çeviriyor. Boylu poslu, yapılı, elbette esmer. "İyi de, yaşı kaç?" Yaşı da Azize'nin iki katı kadar var, ama olsun 'iyi adam' mış. Artık Azize de gidiyor demek. Demetler de taşınmıştı geçen yıl, bahçemiz boşalıyor. Bahçenin boşalmayacağı aşağıdaki gürültüden belli aslında, bir de top atıp duruyorlar yukarıya, sonra da "Abla, atsana, ya.. Atsana!"
Azize evlendi gitti. Biz de okuldu, sınavdı derken günleri devirdik. İki yıl geçti geçmedi, duyduk Azize boşanmış. Yuvarlak yüzü, çekik gözleriyle geri geldi. Sessiz sedasız yerleşti baba evinde bir köşeye. Hiç de iyi adam değilmiş kocası. Daha ilk günden sövgü, dayak. Artık bahçe de yasak Azize'ye. Aslına bakarsan, bizim de pek bahçelik halimiz kalmadı ya ara sıra yalvar yakar olup ufaklıklara, voleybol oynuyoruz.
Bu kez annem söyledi, Azize evleniyormuş. Pencerenin kıyısına oturup bizi izlediği geldi de aklıma, bir başka sevindim. Evleneceği adam iki çocuk babası, karısını kaçırmış zamanında, çok severlermiş birbirlerini. Beş altı yıl mutlu mutlu yaşamışlar ama kadın ölmüş bir araba kazasında. Aradan geçmiş birkaç yıl, acı dinmiş. İşte şimdi bizim Azize ile evleniyor. Akşama da kına gecesi var Azize'nin, giyinip kuşanıp gideceğiz.
Çift sıra dizildik evin salonuna. Bir uğultu, bir gürültü. Çocuklar koşturup duruyor, kırılacak ne var ne yok tepelere kaldırılmış. Kızlar ortada kıvrım kıvrım, bir de sıcak sorma gitsin! Annem tutturmuş kalk sen de oyna diye "Ayıp olur kızım" Şimdi bu sıcakta.. Neyse Erzurum havası çaldı da, ayağım gitti. Bir dönenip oturacam, karşımda Ayla, hiç bırakmaya niyeti yok. Azize'ye bir bakayım dedim de kurtuldum. Kıyıda oturuyor ellerini birleştirmiş, kafası önünde. Çevresinde tanımadığım kadınlar, tam kuşatmada. Sonra konuşurum elbet, boş ver şimdi.
Kınaya sıra gelmiş, ortalık yer boşaltıldı. Azize'yi taşıdılar önce, tülbent attılar başına, yüzü gözü örtüldü. 'Çayda çıra' olmadan kına gecesi olur mu? Ellerinde mum dikili kına tabakları, seke seke kızlar doldu odaya. Eteklerine bizim bahçe eşkıyaları yapışmış "Ben de tutacam işte!", "Mumları kim söndürecek?", "Anne! ya vermiyo.." Tabakları Azize'nin çevresine dizdiler. "Dur, yapma!" demeye kalmadı, çocuklar saldırıya geçti. Ne mum kaldı ne tabak. Vıcık vıcık kınaya bulandılar, anaları zor yetişti.
Azize'nin elleri kınalandı, bir güzel sarıldı bezlerle. Şimdi Azize'yi ağlatmak gerekiyormuş. 'Babamın bir atı olsa, binse de gelse..' Şöyle içe dokunur ne şarkı türkü varsa, bir bir sıralandı. Tam da ağlatacak adamı buldular, kızın zaten güldüğü yok ki! Azize de dolmuş belli, koyuverdi kendini usul usul. Sessizden bir ağladı önce, sonra susturana aşkolsun! Erkek tarafı gitti o ara, Nilgün abla dayanamayıp bağırdı "Eh, Azize artık susabilirsin!"
Gece yarısını geçiyordu, yorgun argın döndük eve. Yarın erken kalkmalıyım, uyumalı artık.
Bizim bahçe çocukları birer birer ayrıldılar o evden. Kimi evlendi gitti, kimi taşındı başka yere. Ben de oturmuyorum artık orada. Bir Melike kaldı, evlenince alt kata yerleşmiş. Bir de Azize.. Geçen yıl, eşi ölmüş. Yine pencerenin ardında, yine yasaklı. Kim bilir, merdivenimize bakıyordur belki, bakıp da bizlere "Evleniyorum" dediği o günü anıyordur. Bir daha evlendirileceği zamanı bekleyerek..
Benim merdivenimin canı sıkılıyor mu?
Çocukluğunuzun bahçelerini anımsıyor musunuz? Evlerin, okulların bahçelerini? Her çocuğun bir bahçesi vardır sanırım. Deyin ki, yok! Olsun, onlar bir bahçe kurarlar kendilerine bilirim. Ya evin gözden ırak bir köşesinde, ya sokakta bir kuytuda. O da olmadı, sedir altları bile bir bahçe olabilir. Hem yalnız kuru bahçe mi? Orman da olur, savaş alanı da.
Ben çocukluğumun bahçesini seviyorum. İki katını da, iki ağacını da. Çok sık olmaz ama bazen şöyle gözlerimi kapayıp, ah! çocukluğum desem, aklıma tek orası gelir. Aslında sevdiğim, anılarım. Belki de kurduğumuz oyunlar, kırdığımız camlar, küçük merdivenim. Hatta zaman zaman bahçemize el koyan ufaklıkları bile seviyorum! Ama korkarım, artık orası kimsenin bahçesi değil. Son gördüğümde alt katına kocaman bir kömürlük yapılmıştı. Bahçe duvarına bitişik, çirkin bir kömürlük. Yarısına kurulmuş bahçenin, pişkin pişkin oturuyor. Belki üst bahçenin kuru otlarında, ha bire dalları budanan iki ağacında bugünün yaramazları kendi dünyalarını kuruyorlardır. Belki de şu son toprak parçasını, gürültü istemeyen komşulara, kapıcı teyzelere ve daha nice tehlikelere karşı koruyorlardır.
Merak ediyorum da, atlayıp zıpladıkları o küçük merdivene arada bir oturup, çene yarıştırdıkları oluyor mu? Bizim merdiven toplantıları daha çok, avcıların palavra yarışmasına benzerdi. Düş kahramanlarımız vardı elbet, ama bizim düşlerimiz de vardı. Anlata anlata dal budak saran, sonunu getiremeyip içinden çıkamadığımız bir dolu öykü. Düşünü kuracağımız o kadar çok giz vardı ki. Tüm yıldızlar, tüm ormanlar bizimdi.
Bugün o merdiven, sanırım Ninja Kaplumbağalarla, değişip duran kamyonları öğrenmiştir. Bu çocuklara düşleyecekleri bir şey kaldı mı? Onlar için her düş kurulmuş, ormanlar gezilmiş, denizler dolaşılmış, ne yerin altında bir giz kalmış, ne uzayın derinliklerinde bir uygarlık.
Kim bilir belki içlerinden birileri çıkıp palavra yarışmaları yapıyordur. Eğer öyleyse, o merdiven toplantılarının hakkını veriyorlardır. Benim bahçemde oynayacak yer yok artık, ama hiç değişmeyen bir merdiveni var. Bir düş merdiveni. Umarım canı sıkılmıyordur...
2000, eski öyküler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder