23.1.09

Sevgilim, çakıl taşı


Elinde tuttuğu küçük çakıl taşını cebine yerleştirdi, kaybolmasın diye. Çünkü çakıl taşı mordu. Belki başkaları mor renkli bir çakıl taşını kolaylıkla bulabilirdi ama onun için bu taş tekti, başkası yoktu.

"Ben bunu saklarım" diye düşünmüştü onu yüzlerce taşın arasında bulduğunda. "Ben bunu hem de ölene kadar saklarım" demişti. "Hatta, gerekirse vasiyet ederim birilerine, mezarımın üstüne koyarlar bi' zahmet" diye devamını getirip, günlük hüzün kotasının dolmasına bile izin vermişti.

"Böyle durumlarda bazı insanlar beste falan yapıyorlar, şiirler yazıyorlar" dedi sonra. "Peki sen ne yapıyorsun? Aklına gele gele mezar üstü dekorasyonu mu geliyor?" Bir bakıma tepkileri doğaldı, içtendi ve bu gibi durumlarda hep olduğu gibi saçmaydı, gülünesiydi, ağlanasıydı.

?Ölmeden önce yapılacaklar' listesinin, ?Kutup ışıklarını görmek' maddesinden önce ve ?Dağ gibi duran bi dağa çıkmak' maddesinden sonraya yerleştirdiği, kendi halinde başka bir maddesini uygulamak için harekete geçmişti sonunda, bütün derdi buydu.

Madde şöyle diyordu: ?Eski lisenin yolunda yürümek.'

Diğer maddelere şöyle bir göz attığında, en azından şu an için yapabileceği en akıl kârı işin bu olduğuna karar vermesi fazla uzun sürmemişti. Aslında o liste ?Ölmeden önce yapılabilecek makul istekler' olarak değişmeliydi. Ama hayalin ve bunun dışavurumu olan alenen sallamanın sonu yoktu ki. Hiç değilse ?Güneş sistemini terk eden ve geri dönmeyen ilk insan olmak' gibi ?Mümkünse öldükten sonra yapılacaklar" listesine girmesi gereken istekleri olmamıştı. Alt tarafı eski lisesinin yolunda yürüyecekti.

"Bak şekerim" dedi çakıl taşına. "Şu sağında gördüğün simit plazasının yerinde eskiden bir eczane vardı." Çakıl taşı, cepte değil de yine elde olsaydı dile gelip belki "ya vah vah" derdi, ama sonuç olarak o, cepte taşınan bir çakıl taşıydı. Renginin mor olması yeterince özellik katıyordu kendisine, hiç üstüne alınmadı.

"O eczanenin sahibi, benim ilk sevgilimin abisiydi. İlk sevgili diyorum ama bakma böyle söylediğime, o bir elmaydı." Çakıl taşı başını cepten uzatıp şöyle kocaman bir "Nasıı yani??" çekmek istedi. Hakkıydı tabii. Bu tek yanlı muhabbet karanlık delikteki tek eğlencesi olma yolundaydı.

"Evet, evet o bir elmaydı. Hani ?Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değil!' cümlesini kuran elma var ya, işte o." Bu durumda, cümleyi kuranla, mevzuya konu olanın ayrımına girmemek gerekiyordu. Çakıl taşı da tam olarak böyle yaptı.

"Aşkın ömrü üç yıldır diyorlar ya, doğru galiba. İlk rimelimi sürdüm kirpiklerime, sonra onları ağır ağır kaldırmasını öğrendim, her seferinde geç kaldım. Tam üç yıl, adını söyleyemedim. Ne zaman söylemek istesem, bir büyük M harfi boğazımda açıldı, açıldı kuşun kanadı gibi. E tabii, yaş on dört çakıl taşı.. Kolay değil aşık olmak."

"Hadi len!" dedi çakıl taşı. "Hayır yani derdin nedir bi anlasam?? Ne güzel serilmiştim kumsala. Deniz gelip beni alıyordu bazen, bazen sıkılıp geri bırakıyordu kıyıya. Hiç şikayetim yoktu hayatımdan. Ama ne oldu? Gelip beni ?ay ay ay!' diye ettin rahatımdan, denizimden. Neymiş, mormuş.. Neymiş, ne güsseellmiş.. Çakıl taşıyım ben kızım! Yaş, yüz on dört! Kolay mı bu yaştan sonra denizsiz kalmak!" Söylene söylene cebin en alt kıvrıma bıraktı kendini çakıl taşı.

"Hadi ya... E nereye gitti bu ev? Yeri burası eminim ama yok baksana!"

Yok olan ev, yerini yok olasıca bir iş hanına bırakmış gibi duruyordu. Sanki bir süre önce iş hanı evi karşısına almış ve şöyle demişti: "Bak güzelim, ben hastasıyım bu bahçenin." Ev de iş hanına bakmış ve: "Teşekkür ederim, bahçem güzeldir." demişti. Sonra da iş hanı: "Şimdi o güzel bahçenle vedalaşıyorsun ve yok oluyorsun." demişti. Ve ev de daha "Ama.. Ama.." demeye kalmadan yok olmuştu.

"Biz kızlarla bu evin bahçesinin önünde buluşurduk okul çıkışı. Bazen, bak şu yoldan aşağı yürür sahile giderdik. Ama bazen kızlar beni kırmazdı, önce eczanenin önünden bir tur atardık. Hani görürüm onu diye. Ya bi kere de görseydi beni, yani gerçekten görseydi. Bi kere de düşseydi peşime ta sahile kadar. Bi kere de laf atsaydı bana, ne bileyim, gel birlikte yürüyelim deseydi."

"Gel birlikte yürüyelim!!" dedi çakıl taşı. "Hadi birlikte yürüyelim mi seninle SAHİLE??"

"Of of.. Ne günlerdi be çakıl taşı.. Bak bak işte şu koca bina benim lisem!"

Lise binası o ilk günün heybetiyle çıkmıştı karşısına. Aslında binanın ?heybet' sözcüğüyle yan yana gelip de anlamlı bir birliktelik sergileyecek hali yoktu. Diğerleri gibi bir binaydı işte. Eskiydi, çok eskiydi. Bahçesinden taşan sesler kadar eski.

Lisenin kapısına kadar gidip, giderken bahçe demirlerine elini sürtüp, dallarına kaçamak bakışlarını sakladığı ağacın yerinde durduğunu görüp ve adet üzre iki damla yaş akıtıp gözlerinden, geri döndü.

?Ölmeden önce yapılacaklar' listesinden madde eksiltti, boğazında kanatlanan tüm harfleri karatahtasına yazdı, ağacına hoşça kal ağaç dedi.

"Diyorum ki çakıl taşı, şu eczanenin önünden geçsek mi bir daha?"

"Diyorum ki.. Simit yer misin simit diyorum?"

Bir simit aldılar eczaneden, sonra dönüp sahile giden yola saptılar. Çakıl taşı denizin kokusunu duydu, bir tuhaf oldu içi. Gözünde dalgalar büyüdü, sardı her yanını, sonra tutup çekti kendine.

Çakıl taşı havada taklalar atıp uçarken "Allah sevdiğine kavuştursun!!" dedi.. Buna benzer bir şeydi işte, en azından içinden geçen. Denize düştüğü anda "Yollama beni hemen sahile!" dedi. "Yollama hemen, ne halt edeceği belli olmaz bu kadının. Ay ay ay! mor çakıl taşı! diye atlar yine üstüme!"

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin