Aynı duvarda asılı duran iki resim, o duvara asıldıkları günden bu yana hiç anlaşamamışlardı. Ne zaman iki kelime konuşmaya kalksalar, sonunda mutlaka kavga çıkıyordu ve resimler derin bir iç çekiş eşliğinde anlıyorlardı ki, yerleri değişmedikçe bu sorun asla çözülemez.
Resimlerden biri, sonbaharın bir dere, dört kaya ve çeşitli ağaçların çeşitli tonlarda sararmış yapraklarıyla anlatılmaya çalışıldığı bir resimdi. Arada kırmızın bazı kayda değer tonlarına ve yeşilin utangaç varlığına rastlanılıyorsa da, hakimiyet sarıdaydı ve resmin o sararmış hali, karşısına geçen hemen herkeste bir parça baş ağrısına sebep oluyordu.
Diğer resimde ise bir sokak vardı. Büyük bir olasılıkla resmi yapan bir köşede durmuş, sokağa bakmış ve ne görmüşse, olduğu gibi aktarmıştı. Sokakta eski ahşap evler vardı. Birbirine dayanmış duran eski, yıpranmış, kararmış ahşap evler. Evlerden birinin canı sıkılsa ve çekip gitmek istese, sanırım diğerleri de onu yalnız bırakmazlardı ve eski ahşap evler her nereye gidiyorlarsa, birlikte çekip giderlerdi. Hem de yanlarına, arkalarından güç bela görünen bütün ağaçları alarak.
Aynı duvarda asılı duran o iki resimde işte bunlar vardı. Vardı ama, resimler buna şiddetle itiraz ediyorlardı. Aslında her biri kendisinin ne tür bir resim olduğunu, içindeki ağacı, dereyi, yarı yolda kalmış yağmur borusunu ve cumbadaki sardunyayı biliyordu ama, diğer resimde nelerin olabileceğine bir türlü inanamıyordu.
Sokak resmi, sonbahar resminde ağaçların ve derenin olduğunu sanmıyordu açıkçası. Ona kalırsa yanındaki resim her şeyi biraz abartıyordu. Sonbahar resmi ise evlerin orada olmadığından kesinlikle emindi. Belki bir iki ağaç olabilirdi, ya da yolun sonunda görünen tek bir ağaç olabilirdi, ya da sadece bir kulübe. Ama evler! Hem de bir çok ev. Hem de eski, ahşap ve de kararmış bir çok ev! İşte buna inanamazdı. Ne kadar da kolay yalan söylüyordu şu kendine ?ben sonbaharın resmiyim' diyen komşusu.
"Bak bir yaprağım daha düştü" derdi sonbahar resmi. Ve o bunu dediğinde, sokak resmi anlardı ki kavga geliyor.
"Yapraklar düşmez!" derdi hemen. Onun ağaçlarının yaprakları hiç düşmemişti ki.
"Yapraklar düşer. Bazı yapraklar sararır ve düşer. Ama bazıları düşmez" diye sabırla açıklamaya çalışırdı sonbahar resmi. Ama sokak resmi onu dinlemezdi bile. Neden ona inanayım ki? diye düşünürdü sokak resmi. O benim evlerime, yolumun yamuk taşlarına, tam ortadaki evin bahçe duvarına yaslanmış duran çeşmeme ve Ahmet'e hiç inanmadı ki. Ahmet'i bir kenara bırak, o evlerde bir dolu insanın yaşadığına bile inanmadı. İnsanı, kulübede yaşayan bir tür orman yaratığı olarak gören bir resimden başka ne beklenebilir ki?
Sonbahar resminde, dereden çok uzaktaki dağlara yakın bir yerde, yalnızlığı çok sevdiği bir bakışta anlaşılan bir kulübe vardı. Ve kulübenin önünde de bir insan. İyice sokulup çok dikkatli baksanız bile, onun ne yaptığını anlayamazdınız. Bulutlara mı bakıyor, yoksa bir kütüğün üzerine oturmuş sigara mı içiyor, çözemezdiniz. Sadece sonbahar resmi bilirdi onu. Ağaçların dallarına yuva yapan kuşlar gibiydi o insan, deredeki balık gibiydi. Kulübesinde yaşayan bir canlıydı, bildiği tek insan.
Oysa sokak resmi insanı değil, insanları biliyordu. O kadar çok vardı ki onlardan içinde, nasıl bilmesin. Hele Ahmet! evet adını bile biliyordu o çocuğun. Biliyordu çünkü, en son o yapılmıştı üzerine. Son renkler onundu. Son dokunuşlar onun içindi. Ve her şey bittiğinde, resmi yapan şöyle bir geri çekilmiş, fırçasını elinden bırakmış ve demişti ki "evet, Ahmet de burada artık". İşte o anda sokak resmi anlamıştı ki, içindeki en önemli şey Ahmet.
Ahmet'in evini, annesini, kardeşlerini, yan sokaktaki okulunu, arkadaşlarını, herkesi, her şeyi biliyordu. Hatta babasını çok özlediğini bile biliyordu. "Yakında dönerim, merak etme oğlum" dediğini, oğluna sarıldığını, sonra da gittiğini biliyordu. Sonbahar resminin, kulübedeki insanın yalnızlığını bildiği gibi biliyordu.
Kulübedeki insan, aslında o resme bakanın tam olarak gözlerinin içine bakıyordu ve o gözlerde de sadece özlem vardı. Özlemin bir adı yoktu. Ele alınabilecek olsaydı, belki bir sıcaklığı olduğu söylenebilirdi. Hem de can yakan bir sıcaklık.
Sonbahar resmi ne yazık ki o insanın gözlerini bilmiyordu. Onun yalnızlığının farkındaydı ama bu farkındalık, tek kulübe ve tek insan yalnızlığını bir araya getirmekten ibaretti. Hem zaten bir resmin, bir insanın gözlerindeki özlemi anlayabileceğini nasıl düşünebiliriz ki?
Gözlere özlemi veren, ama bunu resmin diğer renklerine belli etmeden yapan ise, belki de bütün yaprakları, dereyi, kuşları ve rüzgarı, sadece o gözler için yapmıştı. Kimsenin göremeyeceği, bir kendisinin bileceği, bilmekten öte içinde taşıyacağı o özlem için.
Sokak resminin böyle dertleri yoktu. Aslında sonbahar resminin de bir derdi olduğunu söyleyemem. Hiç bilmediğiniz bir şey dert olamaz ki. Ama yine de sokak resmi için bunu açık yüreklilikle söyleyebilirim. Evet, sokak resminin böyle bir derdi yoktu. O, içinde taşıdığı tüm insanların gözlerini biliyordu, en çok da Ahmet'in.
Belki de sokak resminin şansı, resmi yapanın karşısına her geçişinde onunla konuşmasıydı. Sokak resmi çok iyi biliyordu ki, adam evlerle konuşuyor. Çeşmeyle, yola taşan su ile konuşuyor, ve Ahmet'le. Ama yine de kendisiyle konuştuğunu düşünmek hoşuna gidiyordu işte. Fark eden ne vardı ki? Adam konuştukça, Ahmet'in gözleri büyüyordu sanki. Şimdi bunu sonbahar resmine anlatmaya kalksa, kesinlikle gülecekti ona. İçindeki tek insanın bile gözlerini bilmeyen sonbahar resmi, ona gülecekti. Can sıkıcı, yalancı sonbahar resmi!
Ve kıskanç! evet sonbahar resmi kıskançtı aynı zamanda. Kesinlikle öyleydi. Çünkü resmi yapan adamın onunla konuştuğu hiç görülmemişti. Adam o resmin karşısına her geçişinde, sadece ve sadece, ağaçların yere düşen yapraklarını toplamak ister gibi elini resmin üzerinde gezdirir, derenin akışını tersine çevirmek ister gibi onu kapatır, ve kulübeye hiç dokunmadan çeker giderdi.
Ve bunları her yapışında, son dokunuşu yapraklara, son sözü Ahmet'e olurdu. Ona "yakında dönerim, merak etme oğlum" der ve gidip, kulübesinin önündeki kütüğe otururdu.
Aynı duvarda asılı duran iki resim, o duvara asıldıkları günden bu yana hiç anlaşamamışlardı. Ne zaman iki kelime konuşmaya kalksalar, sonunda mutlaka kavga çıkıyordu ve resimler derin bir iç çekiş eşliğinde anlıyorlardı ki, yerleri değişmedikçe bu sorun asla çözülemez...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder