23.1.09

Dağıldılar



Dünya, 2000 yılına giriyordu. Aslında bu sayının Dünya'yı uzaktan yakından ilgilendiren bir yanı yoktu. O yaşını çoktan unutmuştu. Ama dünya üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıkların çoğunluğu, 2000 yılına girdiklerinin hesabını çok önceden yapmış olduklarından, şimdi de o gün geldiğinden 2000 yılına giriliyordu.

Yeni bir yıla genellikle nasıl girilir bilirsiniz. Bu seferki tek fark, kutlamaların daha çeşitli, daha coşkulu ve kimileri için korkulu oluşuydu. Korkanlar, yeni bin yıla girildiği için kıyametin kopacağını sananlardı.

Zamanında 'Kurtuluş Günü' filmini izleyenler için, az sonra göreceklerinin filmde izlediklerinden pek bir farkı yoktu. Tam sırasını bulmuş gibi yüzyıllardır beklenen ziyaretçiler, gökyüzünden geldiler. Dünya'nın 2000 yılına girdiği gece, devasa uzay gemileri uygun buldukları her yere indiler. Daha devasa olan ana gemileri Dünya'nın yörüngesinde dolanmaya başladı.

Gelenlerin insana benzer yanları olmakla birlikte, renklerindeki canlılık ve kol sayılarındaki fazlalıkla dikkat çekiyorlardı. Asıl önemli farklılıkları ise, konuşmaya başladıklarında ortaya çıktı. Onlar bildiğimiz gibi konuşmuyorlar ama bildiğimiz gibi şarkı söylüyorlardı. Yani sadece şarkı söylüyorlardı. Komut verirken bile.

O gece kıyametin kopacağına inananlar, inanılmaz bir mutluluk içinde dansettiler. Aralarında, belki kıyametin şekil itibariyle kutsal kitaplarda yazdığı gibi kopmadığını, ama sonuç olarak her an bir şekilde kopacağını tartıştılar.

Zaman geçtikçe anlaşıldı ki, ziyaretçiler pek ziyaretçi gibi davranmayacaklardı. Onlar yerleşmeye gelmişlerdi. Dünya yaratıklarının akıl sahibi olanları, bu duruma biraz bozuldular haliyle.

Ziyaretçilerin teklifi çok açıktı aslında, diyorlardı ki "Size bir uzay şehri yapalım. Hepinizi alır, merak etmeyin. Biz de Dünya'ya yerleşiriz." Bilinen tüm marşlardan daha ritimli bir makamda söylediler bunu. İnsanlar, gariptir ama denileni anladılar. Söyledikleri bir şey daha vardı kuşkusuz "Ya kabul, ya ölüm!"

Bu durum karşısında artık paniklemek gibi bir ihtiyaç hisseden insan evladı, derhal aralarında görüşmelere başladılar. Devletler, birlikler ve kabileler toplanıp toplanıp dağıldı.

Görüşmeler sürerken, bazı insanlar ellerine pankartlar alıp gösteri yürüyüşleri yaptılar. Bunlardan bir kısmı ziyaretçilerden, eğer bir ölüm harekatı yapacaklarsa, pandalara, kelaynaklara ve özellikle yağmur ormanlarına dokunmamalarını istediler. Sonra bu grup kendi içlerinde bölündü ve yine bir kısmı, yağmur ormanlarına boş verin, pandalar ve kelaynaklar yeter derken... diğer kısmı, pandalara ve kelaynaklara gerekli saygıyı sunup, yağmur ormanlarını desteklediler. Bir süre sonra bunlar da bölündüler yine. Ama konuyu dağıtmamak için ayrıntılara girmeyeyim şimdi.

Ziyaretçilerin kapısını aşındıran en büyük grup, din adamlarıydı. Dünya dinlerinin temsilcileri, ellerinde kutsal kitapları olduğu halde... tanrıyı ve peygamberleri, onların peygamberlerinin olup olmadığını, varsa kutsal kitaplarının kelime sayısını, namazlarının kaç rekat olduğunu, oruçlarını neye göre açtıklarını, bir Noel gününe sahip olup olmadıklarını, kaç tane azizleri bulunduğunu, bakire kelimesinin onlara ne ifade ettiğini ve cennette hepsine yeterli yer bulunup bulunmadığını tartışmak istiyorlardı.

Bunlar olurken, devletler, birlikler ve kabileler arasındaki görüşmeler sürüyordu.

Ziyaretçiler ise verilecek kararı bekliyorlardı. Onlar, sabırlı bir ırkın çocuklarıydı. Ancak biraz tembeldiler. Artık, yeni bir gezegende sıfırdan başlamak istemiyorlardı. Bir parça yerleşim, enerji ve kurulu düzen arıyorlardı. Kol sayılarına göre gereken değişiklikleri yapmak daha kolaydı. Bu zamana kadar gittikleri tüm yaşam olan gezegenlerde, ya yerleşmişler ya da yok etmişlerdi. Ama daha önceleri hiç bu kadar beklememişlerdi ki... istilaya gittikleri gezegenlerde halklar, ya toplu halde pes eder ya toplu halde savaşır ve ölürdü. Fikir ayrılıklarını kısa sürede halleder ve gösteri yürüyüşleri de yapmazlardı. Hele bir takım kitapları ve kuralları tartışmak isteyeni daha hiç çıkmamıştı.

Ziyaretçiler, çeşitli tonlarda şarkılar söyleyerek tartışırken... Dünya'da, devletler, birlikler ve kabileler görüşmelerine devam ediyorlardı.

Sonunda, bu adamların neyi görüştüğü anlaşıldı. Ölmek bir şey değildi de, gidip uzay şehrinde yaşayacak olsalar ne yaparlardı? İşte asıl sorun buydu. Kim nereye yerleşecekti? Cam kenarını isteyen Amerikalılar ile üst güvertede yer kapmaya çalışan İngiliz, Fransız ve Almanlar arasında şiddetli tartışmalar yaşanıyordu. İtalyanlar mutfağa, Japonlar ise makine dairesine yakın bir yer kapma telaşındaydı. Çinlilere yapılan teklif, Dünya'da kalıp savaşmaları ve insan ırkının onlara minnet borcunu elbet bir şekilde ödeyeceğiydi. Türkler su kenarı isteriz diye tutturdular.

Bir zaman sonra ziyaretçiler, ana gemiden bir toplantı çağrısı aldılar. Toplanıp durum değerlendirmesi yaptılar. O güne kadar iki seçenekten birini uygulamaya alışık olduklarından, ne yapacaklarını bilemediler. Evet deseler, hemen bir uzay şehri yaparlardı ne güzel. Hayır deseler, bir saate kalmaz toz olurdu Dünya. Ama bu yaratıklardan tıs çıkmıyordu ki...

Çok çaresiz kaldı ziyaretçiler, çok... Artık kimin şansıdır bilinmez ya da ne sebep oldu anlaşılmaz, geldikleri gibi gittiler.

Gittiklerinin farkına uzun bir süre kimse varmadı. İnsanlar yine yürüdüler. Devletler, birlikler ve kabileler yine görüştüler.

Sonunda bir gün baktılar ki, gemiler yok, ziyaretçiler yok. Gitmişler. Zaten akşam olmuştu fark ettiklerinde, evlerine dağıldılar...

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin