Dertleşme 1
Masanın üzerine duran silgi ile kalem aralarında konuşuyorlardı.
"Nedir senin bu halin?" dedi silgi.
"Ne varmış ki halimde?" diye sordu kalem.
"Daha ne olsun! Baksana şu tepene taktıkları acayip şeye! Çok komik görünüyorsun."
"Sen kendine bak tavşan suratlı kedi!"
"Sadece tavşan.. Tavşan!"
"Ya o uzun kuyruk ne o zaman?"
"O bir kuyruk değil! O bir.."
"O bir kuyruk. Uzun bir kuyruk! Kedi kuyruğu işte."
"Yapma ya?"
"Sen hiç arkana bakmıyor musun? Tam arkanda bir kedi var senin."
"Saklanmış mı?"
"Saklanmış. Ama kuyruğu gözüküyor."
"Hıım.. Demek öyle."
"Öyle."
"Ee peki senin başındaki o acayip şeye ne demeli?"
"Nesi acayip onun? Ne güzel duruyor."
"Ya! Tünemiş duruyor. Bir uzaylı, hem de yeşil!"
"Uzaylılar yeşil olur zaten."
"Olmazlar!"
"Olurlar. Sen ne biliyorsun ki sanki? Onu tepeme takan daha iyi bilir herhalde."
Tam o sırada tavşanlı kedili silginin ve de tepesine yeşil uzaylı tünemiş kalemin sahibi masaya yaklaştı. Sesler birden kesildi. Yeni biri katıldı aralarına. Bir aslan! Ağzı kocaman açılmış, iştahla kaleme bakıyordu.
Kalem, "Bu bir!" dedi de, devamı gelemedi.
"Bu bir kalemtıraş!" dedi silgi. "Bir kalemtıraş! Yandın sen!"
Kalemin canı bu işe çok sıkıldı. Yani tamam, her kalem zaman zaman açılma ihtiyacı duyardı ama, bu kadarı da olmazdı ki be kardeşim. Hem tepene yeşil bir uzaylı oturtsunlar. Hem de seni aslanlara atsınlar.
"Offf" dedi kalem.
"Offf" dedi silgi.
"Dayanamıyorum artık!" dedi kalem.
"Baksana, şöyle durunca kuyruk gözüküyor mu?" dedi silgi.
Dertleşme 2
Bu sefer masanın üzerinde sadece bir kupa vardı.
Üzerinde Tazmanya canavarının resmi vardı, rengi beyazdı ve içi boştu. Aslında o kendi halinde bir süt kupasıyken, kaldı ki ?süt kupası' diye bir şey yoktu, olamazdı, ama ona bugüne kadar sunulan tek içecek bu olmuştu..
Her neyse.. İşte o öyle bir kupayken, şimdi unutulan süt içme saatleriyle birlikte, yeni yerine taşınmış ve duruma bakılırsa, gerçekten unutulmuştu.
Biberonun hüzünlü gidişini hatırladı. E o gelmişti artık! Biberona ne gerek vardı ki.
Minik bebek, biberonunu en sevdiği oyuncağının yani, büyük kırmızı kamyonunun üstüne fırlattığında, bir daha da asla ve asla biberonla herhangi bir şey içmek istemediğini, en etkili sesleri çıkararak ifade ettiğinde, işte tam o günlerde almışlardı onu.
Tazmanya canavarını, artık pek de minik olmayan bebek seçmişti. O ellerin arasında ne kadar da kocaman duruyordu! Hey gidi günler hey!
Şimdi, bir masası bile vardı minik bebeğin. Okullu olmuştu, dile kolay.
Aslında bugünlere sağ çıkması bile başlı başına bir mucizeydi. Sadece bunun için bile, sesini hiç çıkarmadan durduğu yerde durması gerekiyordu. İçine tek bir kalem, tek bir silgi koymasalar bile. Sonsuza kadar öyle boş boş otursa bile.
Ama yine de istiyordu ki, başına palmiye geçirilmiş bir kalem, piyano şeklinde bir silgi, asla bir salon bitkisinden ayırt edilemeyecek bir kalemtıraş, ya da bir kağıt parçası konsun içine.
Hayır yani bu gidişle bir gün gelecek ve o acayip fasulye yetiştirme deneylerine alet olacaktı.
Bu iş için o kendini beğenmiş mama tabağı daha uygun düşse de, hayattı bu, belli olmazdı ki.
Daha şimdiden, üzerinde kurbağa prensin olduğu o tabak, özenle saklanmış ve ?minik bebeğimin ilk mama tabağı' unvanıyla onurlandırılmıştı.
Tazmanya canavarlı kupanın tek tesellisi, tabaktaki kurbağanın, kurbağa oluşuydu. Ve Tanrıya şükür ki, kaç yüzyıl geçerse geçsin, hep kurbağa olarak kalacaktı.
Dertleşme 3
Bu defa, kalemin başına labirentte yolunu bulmaya çalışan minik beyaz bir fare oturtulmuştu. Silgi ise kendisini Külkedisi'nin üvey annesi sanıyordu ama kalemin de pek yerinde ifade ettiği gibi o sadece kokulu sarı bir silgiydi. Üstelik o kokunun hoş bir koku olduğunu kimse iddia edemezdi. Hele kalem hiç.
Kalemin ve silginin masanın üzerine daha geçen gün konduğu düşünülecek olursa, neden bu kadar kısa bir süre içinde birbirlerini yemeye başladıklarını anlamak zordu haliyle.
Belki aralarındaki o ezeli düşmanlıktan, belki biri diğerini anlamlı kıldığından, belki de sadece o bela kokudan.
Okulların açıldığı günden bu yana masanın üzerindekilerin sayısı arttıkça artmıştı. Aralarında balık şeklinde bir kalemtıraş bile vardı. Balığın bir tür sazan olduğu ve masa üstü konukluğunun da, hayal ettiği müddetçe var olacağı daha ilk günden belli olmuştu.
Tazmanya canavarlı süt kupası ise artık içinin boş olmasından asla yakınmıyordu. Hatta o boşluğun nasıl bir şey olduğunu çoktan unutmuştu. Şimdi tek derdi, masanın altında duran çöp kutusuyla girdikleri anlamsız kavgaydı.
Çöp kutusu, bir bakışta anlaşılacağı gibi, ağzı hayretten açık kalmış bir kanguruydu ve kesesinde yavrusu yerine neden bir Siyam kedisinin bulunduğunu düşünüyordu. Düşündüğü diğer önemli şey ise, neden kendisini çöp kutusu diye çağırdıklarıydı. Bunu en çok Tazmanya canavarlı kupa yapıyordu ve kanguru çok iyi biliyordu ki, çöpler hep Tazmanya canavarlı kupaya gider.
Kupa da bunu biliyordu aslında. Hatta bilmekle kalmayıp, ta içinde hissediyordu. Canını sıkan da tam olarak buydu işte. Orada, masanın altında duran bir çöp kutusu vardı ve yine de bütün çöpler kendisine atılıyordu. O ağzı açık kanguruya belki bin defa demişti ki, kesende duran Siyam kedisine bakmaktan vazgeç! Ama dinleyen kim? Kanguru her defasında sanki ilk kez görüyormuş gibi kediye bakıyordu. Evet kabul ediyordu tabii, kangurunun ağzı açık kalmalıydı, ama bakması gereken yöne doğru!
Masanın üzerinde çok eskilerden kalan, her yanı çiziklerle, bir cümlenin ayrı düşmüş kelimeleriyle, kocaman bir soru işaretiyle ve, zamanında özene bezene yapılan kenar süslerinin arasına saklanmış minik minik damlalarla dolu, bir de defter vardı.
Defterin hala orada olmasının nedeni ise, ancak yok olduğunda anlaşılacaktı.
Dertleşme 4
Artık, masanın üzeri diye bir yer yoktu. Çünkü masa ve üzerindekiler, kedinin gazabına uğramıştı.
Dağılan onca şeyin arasında, Tazmanya canavarlı kupanın dağılmadan kalmış olması ise ancak kurbağa prensin beklediği bir şeydi. Bunu bekliyordu çünkü biliyordu ki, bir gün gelecek ve o kupa dağılmayı isteyecekti. Çünkü biliyordu ki, kupanın istediği herhangi bir şey asla olmaz!
Kedinin masanın üzerine, ta pencerenin oradan atlamayı seçmesi ve atlamakla kalmayıp, gösterişli bir zıplamayla masayı devirmesi, sonra da hiçbir şey olmamış gibi gidip kangurunun kesesindeki yerini alması.. tüm bunlar, kurbağa prensin tarifsiz bir keyifle izlediği bir gösteri olmuştu.
Tazmanya canavarlı kupa, hangisine daha büyük bir kızgınlıkla bakması gerektiğini düşündü. Kediye mi? Prense mi? O bela kedi orada olduğu sürece başına gelmeyen kalmamıştı zaten. Kedinin kangurunun kesesinden çıkıp gitmesini ve o salak kangurunun da kafasını ağzı açık bir şekilde kaldırmasını bekleyip durmuştu aylarca. İşte az önce beklediği olmuştu. Olmuştu ama, nereden bilebilirdi ki kedi atlayacak, zıplayacak ve masayı dağıtacak! Üstelik kendisini sağlam bırakarak tüm bunları yapacak ve gidip yine eski yerine kurulacak. Ve en kötüsü de kurbağa ona gülecek. Hem de ilk defa gerçek bir prense benzeyerek gülecek.
Kupanın dağılmak istemesi, bunu tam olarak, kesin olarak ve hiçbir şüpheye yer vermeyecek bir şekilde istemesi.. kedinin atlamayı, zıplamayı ve devirmeyi seçtiği zamandan tam olarak iki gün öncesine dayanıyordu. İki gün önce olan belirgin bir şey yoktu. Hatta hiçbir şey yoktu. Olan tek şey, kupanın tam iki gün önce artık dağılıp, bir takım parçalara ayrılmak istemesiydi.
Parçalarını bir araya toplamalarını, onu sevgiyle, şefkatle ve göz yaşları içinde onarmaya çalışmalarını ve onarım bitikten sonra da yaralı kupayı o kangurudan uzak bir yere, hatta belki de mama tabağının yanına kaldırmalarını istemişti. Orada duracak ve kurbağaya bakacaktı. İncinmiş ama gururlu. Ve gülecekti ona.
Şimdi kurbağa ona gülüyordu ve Tazmanya canavarlı kupa düşünüyordu. Acaba o da dağılmayı hiç istemiş miydi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder