Güneşli biraz serin bahar günlerini çok severim, yürümenin tadına varıyor insan. Hele bir de acelen yoksa şöyle adım adım düşlere dalıp bastığın yolu bile görmeden yürüyorsan, baharın hakkını yiyorsundur belki, ama kentin ortasında görüp göreceğin bahar değil, ta içine doğan bahardır önemli olan.
Evimizden otobüs durağına giden yolda yürürken içimde belli belirsiz bahar coşkusu vardı. Ancak, değil baharı tüm coşkuları yerinden eden şu merak yok mu asıl kemirgen o işte, ağaç kurtlarını bile kıskandırır. Sınav sonuçlarını merak ediyordum, özellikle de birini. Geçen yıl verememiştim, bu yıl da veremezsem gözü yaşlı yüreği öfkeli YÖK gazilerine karışacaktım. Okuldan atılmak demek bir sonraki öğrenci affını beklemek demekti aslında. İşe girer çalışırdın ya da gözünü kafanı dinlendirirdin. Ancak beklemek kötü, belirsizlik ise felaket.
Karamsarlığın bir yararını gördün mü? dedim son köşeyi dönerken. Yok! Eh bırak o zaman, her şey olacağına varır.
Durağa baktım, yine tıklım tıklım. Benim otobüs kalktı kalkacak. Çantama el attım bilet çıkarayım bari. Kolumdan biri tuttu, dalmışım irkildim adam akıllı. Baktım yaşlı bir kadın, elinde bir tomar kağıt. Başörtüsü, yanlış iliklenmiş mantosuna kaymış. “Ne oldu teyze?” dedim, gözüm ayakkabılarına ilişti. Biri uzun, biri kısa kalın çoraplarla sıkışmış, topuklarının yarısı erimiş, kalanı da gitti gidecek. “Ah kızım, ah yavrum” dedi, “Oğlum hastanede yatıyor, kimim kimsem yok. İlaç için para lazım, doktor için para. Çok dardayım evladım, bana üç beş kuruş verir misin?” Elindeki kağıtları sallıyor, bak deyip gözüme bir yaklaştırıp bir uzaklaştırıyor. Acımaz olur muyum, acıdım haline. Hele bir de “Ah evladım, çok az eksiğim kaldı, onu da bulsam hemen hastaneye koşacam,” deyince verdim fazla fazla. Öyle Allah razı olsunlara başladı ki, utanıp hızlandım. Arkamdan “Allah sevdiğine kavuştursun” diyor. Ne sevdiği teyze! Sen edeceksen şu sınav için dua et.
Otobüsün arkasına geçtim, kolumu camın kenarına dayadım. Dura kalka gidiyoruz. Okulun ucu görününce gidip düğmeye bastım, durağa varmadan tıslayıp durdu otobüs, belli önü dolu. İnip serinliği içime çektim. Yoldan okulun bahçesine baka baka kapıya yürüdüm, sonra da bahçede gerisin geri binanın kapısına. Bahçede oturulacak ne yer varsa hepsi dolmuş. Güzel! Rıhtımı da açmışlardır şimdi. Git bir çay al, doğru rıhtıma! Ne rıhtımı, mıhtımı? Sırası mı şimdi rıhtımın? İyi de, daha derse yarım saat var, ne yapsam ki?
Giriş salonunda sergi var. ‘Yeni Eğilimler’ sergisi. Her gün turluyoruz bir fasıl. Salonun ortasında koca bir yatak iki kişilik, içinde insan biçiminde bir ayna yatıyor, tam yüreğinden kırılmış. Eğilip bakıyorsun, kendini görüyorsun parçalarında. Öyle değişik yapıtlar var ki, şaşırmamak elde değil. Yarısı yenmiş mısır koçanlarından tut da, içine, o güne kadar eline geçen ne kadar önemli belge varsa doldurulmuş ‘Yalnızım’ yastığına kadar. Bayılıyorum bu sergiye! Bana yaşam sevinci veriyor. Geçen gün derste çok sevgili bir profesör “Aşağıdaki yeni saçmalıklar sergisini gezdiniz mi?” dedi. Göbeğinin inip kalkmasından güldüğünü anladık. Homurdanan çok oldu ama kimse de kalkıp saçmalığın türleri hakkında düşüncesini belirtmedi.
Kantine giden dar yola döndüm, çay içip beklerim. Bakalım ne olacak? Bahçe dolu, rıhtım dolu, hele kantin ağzına kadar dolu! Aslında dolu olan okul, yeterli yerimiz yok. En son çatı aralarında bile etüt sınıfları açtılar. Ama çatı arası deyip geçmeyin, koca bir kat. Arada bir tepemize akmasa keyifli oluyor orada çalışması. Çayımı alıp kantinden çıkmaya yeltendim, gidip merdivenlere oturacaktım. Tam çıkıyorum, baktım nur! yüzlü arkadaşlarımızdan biri, elinde bir kitapçık, yanından geçtiğim masaya uzanmış “Arkadaşlar, gelin sizinle evrim teorisini tartışalım” diyor. Yani demek istediği, gelin size Havva anamızla Adem babamızı anlatayım. “Yav kardeşim, git işine!” dedi biri. Ama arkadaşın işi bu, gitmeye de hiç niyeti yok. Yakasız gömleğinin kollarını çekiştirdi, alındı mı yoksa kızdı mı bilinmez “Arkadaşlar, hakikatleri konuşmaktan korkmayalım!” dedi. En son, masadan birinin ayaklandığını gördüm göz ucuyla. Arkadaşa ‘hakikatler’ hakkındaki görüşlerini bildiriyordu.
Çayımı dökmeden merdivenlere ulaşabildim ama iki yudum alamadan soğuttum. Kalkıp sınıfa çıkmalı, ne olacaksa olsun artık. Toparlanıp kalktım, çay ocağına bardağı bıraktım. Dönerken baktım bizim arkadaş yine birilerini esir etmiş, kâfir icadı evrim teorisini anlatıyor. Bakalım bu sefer kimim sabrını suya indirecek? Yukarıya çıktığımda herkesi bekler buldum. “Ne oldu?” dedim, “Neden içeri girmiyorsunuz?” Morçöl herkesi sırayla içeri alıyormuş. Sınav kağıdına bakıp, yüzüne yüzüne geçtin mi, kaldın mı söylüyormuş. Eh dedim, şimdi tam oldu! Serap bir sigara yaktı, dumanını yana savurup “Yani merak ediyorum, ömrümüzün kaç yılı böyle kapı önlerinde beklemekten yok olacak?” dedi. “Midemdeki seslere bakılırsa beş on yıl gitti demektir!” diye, kendi kendini yanıtladı. “Haklısın,” dedim “Bu bekleyişler beni de hasta ediyor.”
Gülsem mi ağlasam mı, şu sınıfın haline bak! Bu meret dersten geçtim diyen, toplasan on kişiyi bile bulamazsın. Hem benim gibiler var hem de dersi yeni alanlar. Onların bir hakları daha var ya, yüzleri gülüyor şimdilik. Seneye Morçöl yine dikecek sizi bu kapının dibine, o zaman giden yılların hesabını da siz yaparsınız artık. Neye kızıyorum ki? Geçen yıl adam gibi çalışıp geçseydim. Hoş YÖK’ün her yıl, hatta hızını alamayıp yılda iki kez değiştirdiği kurallarla geçtiğin dersten kalıp, kaldığın dersten geçebilirsin ama senin görevin, kazanılmış hak diye bir şeylerin olduğunu unutup, gelen her yeni kural doğrultusunda, ne gerekiyorsa onu yapmandır!
Sınıftan son çıkan bana seslendi, sıra bendeymiş. Birden rahatladım. Oh be! İçeriye girdiğimde gülme tuttu. Morçöl ortada, asistanlarının biri sağında biri solunda kürsüye dizilmişler. Gidip karşılarında durdum. Morçöl numaramı söyleyip, sınav kağıdımı çıkardı. “Evet!” dedi “Dört sorunun bir tamam, biri boş. Diğerlerine bakalım, hım... Bunlar da yarım.” Bir gölge sorusu vardı, onu tık tıkladı. “Gel bakalım,” dedi “Bunu niye böyle yaptın?” Neyi nasıl yaptığımı hiç anımsamıyorum ki. Güneşin vuruş yönüne göre, bina üzerine düşen gölge çizilecek. Hesap kitap işi aslında ama ben, bu gölge düşse düşse böyle düşer deyip çizmişim. Şimdi kalkıp da bunu Morçöl’e söylemenin anlamı yok. Hoşuna gidecek bir şeyler anlatmak gerek, matematik ve geometri katarak. Ben de öyle yaptım. Elimden geldiğince bilimsel açıklamalar getirdim yaptığım işe.
Morçöl şöyle bir yüzüme baktı ve dedi ki “Şecaat arz eylerken merd-ü kıpti, sirkatin söylermiş.” “Efendim??” dedim. “Ne efendi mi kızım? Anlamadın mı dediğimi?” Sanırım yarısını anlamıştım. “Şey, biraz anladım ama..” Elindeki kalemi masaya bıraktı, kollarını kavuşturup arkasına yaslandı. “Liseyi bitireli kaç yıl oldu?” dedi. “Dört yıl” dedim. “Benim otuz yıl oldu daha unutmadım, sen ne çabuk unuttun, kızım?” dedi. “Neyi hocam?” dedim. “Edebiyatı kızım, edebiyatı!” diye kükredi. Sonra kağıdı kaldırıp silkeledi, parmağıyla bana gel gel dedi. “Senin beş nota ihtiyacın var, ben de sana beş not borç veriyorum. Haftaya ödev tesliminiz var, eh artık orada bana ödersin.” Sonra da beni eliyle kış kışladı. Doğru dürüst bir teşekkür bile edemedim. Arkamdan sesleniyor, kapıyı da açmışım o sıra, hepimize duyuruyor “Bana teşekkür etmeyin, bana teşekkür etmeyin! Adam gibi hazırlayın ödevlerinizi de, faiz kesmediğime şükredin.” Başladık gülmeye. “Serap” dedim, “Borç harç geçiyoruz galiba.”
Artık sıra ödevde. Beş not bir şey değil ama, ellinin üzerine fazladan beş not.. Eh, alırız umarım. Serap’ı beklerken bir sigara yaktım. Şu belaya da nereden bulaştım bilmem. Yok yemek sonrası, yok çayın yanına iyi gider, bir de bakıyorsun her dumana bir bahane bulmuşsun. Zaten bu günlerde bahaneden geçilmiyor. Baktım Serap çıkmış “Ne kadar borçlandın?” dedim, “Sekiz” dedi. “Zaten en fazla on nota kadar borç veriyormuş.” Buna da şükür dedik. İçeride sıkı pazarlık var, giren çıkan parmak hesabı yapıyor. Burada yapacak bir şey kalmadı, haydi kantine inelim bari. Daha üç ders var akşama kadar.
Akşamın son çayına da rıhtım iyi gider. Epey boşalmış ortalık. Sırtımızı duvara verip, yerlere serildik. Uçan kuşlara daldık bir süre, biraz da Boğaz’dan geçen gemilere. Hava iyice serinlemiş, gidip şu ödevin başına otursak fena olmayacak. Ödev de ödev yani, çiz çiz bitmez. Tek bu dersin olsa yine iyi, her dönem her dersin yığınla çizimi var. Şu okulu bir bitireyim!
Ben eve dönüyorum, Serap’ın yolu başka yöne. Durakta ayrıldık. Otobüs geldi atladım, iyi, oturacak yer de var, hem de cam kenarı. Dışarıya baka baka gidersem yol tutmuyor, yoksa kötü. Son durakta ineceğim, bu gidişle rahat bir saat sürer. Bu aralar, şu fırsat buldukça gittiğim işimden ayrılsam mı acaba? Ancak yetiştiririm. Her yıl bu kez tamam diyorum, öyle ayarladım ki kendimi, teslim gününden önce hepsi bitecek. Ama nerede? Yine son dakikada güç bela yetiştiriyorum. Ne yapıp edip alttan ders bırakmamalı, sonrası kolay.
A! otobüs boşalmış, geldik demek. Soğuk da amma bastırmış, yürüyüşün tadı kaçtı. Kaçtıysa kaçtı! Caddeyi geçip, sokağı döndüm mü geldim sayılır. Hayda! o da ne? Yahu bu sabahki kadın değil mi? Evet o, elinde kağıtlar, birine dert yanıyor. E hani bu kadın hemen hastaneye koşturuyordu? Hı?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder