Kaldırmanın bir anlamı da kaçırmak, hani dağa kaldırmak gibi. Sandığa kaldırmanın da sanki bu kaçırma faslıyla ilgisi var. Sandık ahalisinin çok özenilen, üstüne titrenen varlıklar olduğunu düşünüyorum. Hatta düşünmekle kalmıyorum, anneannemin sandığını şahit yazarak örnekliyorum.
Bu kadim sandık yeni gelin nazıyla eve gelip kurulduğunda ne getirdiyse, onlarla yaşlandı. Danteller, örtüler, gümüş kemer, hatta bir de yerinden kalkmayan kaftan. "Bu ne anneanne?" diye soracak olmuştum, kına gecesinde giyinmiş meğer, anısı varmış. Zaten o sandığın dibine düşüp kendini kaybeden bir iğnenin bile anısı var, zaten o yüzden "sandığa kalkmış" bunlar.
Başlarına bir iş gelsin istenmemiş. Yıpranmasın, kırılmasın, eğilip bükülmesin, kirlenmesin denmiş, sandığa kalkmış. Kalkmış ama arada bir sergilenmiş. Bazen bayramdan bayrama çıkmış meydana, bazen misafirler için yerlerinden edilmiş. Bazen de ortada hiçbir neden yokken ve hiç kimse, gizliden özlem giderilmiş.
Artık pek sandık yok, olanı da sandığa kalkacak halde. Ama sandığa kaldırmak istediğimiz çok şey var hala daha. Belki bir dantel örtünün derdine düşmeyiz bu saatten sonra, ama var işte yine saklımız, saklı anılarımız. Mecazımız da var aşk gibi misal. Aşkı da sandığa kaldırıp üstüne kilit üstüne kilit atarız. Peki yaşam da sandığa kalkar mı bir gün?
Aşkı da yaşamı da özledikçe sandıktan çıkarıp, sonra sarıp sarmalayıp, ve yıpratmadan, kirletmeden, ama "yaşamadan" yine sandığa sürgüne yollar mıyız? Sergilemek ister miyiz aşkımızı gelen misafirlere? Bayramdan bayrama yaşar mıyız yaşamı?
Ya kendimizi kaldırsak sandığa, neden olmasın? Korkuyorsak, bıkmışsak, boş vermişsek, ya da çok kıymetli kabul etmişsek her bir yanımızı. Sevdiklerimiz için bayramlarda, çok sevdiklerimiz için kırk yılın başında ve kendimiz için bir başka sandığa kaldırılırken ortaya çıksak?
Sandığa kaldırsak,
düşleri...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder