23.1.09

Göz kırptı, zaman


Bazı insanlar vardır, bir denizin kıyısında, yakıcı kumsalın üzerinde dalgalanmalar içinde yaşıyor gibidirler. Emre'yi düşündüğümde benim aklıma gelen, işte bu insanlar. Sıcak kumların titreşen insanları. Havaya karışıp gidecekmiş gibi duran ve bir gün bunu yaparlarsa kimsenin şaşırmayacağı insanlar.

Emre, geçen bir yıl içinde okulda kendisini tanıyan hemen herkeste buna benzer bir izlenim yaratmıştı. Vardı ama belirgin bir varlık değildi bu, daha çok bir alışkanlığa benziyordu.

Bildik bir eşya gibi, camın kenarındaki sardunya gibi, hanidir duvarda asılı olan eski, tozlu bir resim gibi. Emre vardı, okula gelirdi, yapması gereken her işi aynı dingin akışla yapardı. Az arkadaşı vardı az konuşurdu ama o konuştuğunda dinleyenleri, sanki başka dünyaya ait bir ses duymuş gibi kulak kesilirler, farklı bir dili çözmek ister gibi didinirler, onu sevdiklerini hissederler ama sonra Emre sessizliğine geri dönünce, onu camın kenarına yerleştirip, duvardaki o bildik yerine asarlardı.

Emre ise yanına sadece kendisini alır, en uzun konuşmalarını kendisine yapar ve dinlerdi. Onun içinde düşler, renkler, her hecesinin tınısını ayrı ayrı duyduğu kelimeler ve bir de diğerleri vardı. Diğerleri, kendisi dışındaki her şey demekti. Ne zamana bağlardı bunu ne de mekana, ne bu evrene ne de bir başka boyuta. İçinde yaşadığı kozayı seviyordu. Bu kozadan yaşama açılmak, kendini ifade etmek, var olmak ise resimdi, müzikti, yazıydı. Tetik çeker gibi peş peşe patlayan görüntülerdi.

Okulun açıldığı günlerde yaşanan hareketlilik Emre için çevresindeki sesler, akıp giden renkler ve bildik bir mekanın sanki biraz çarpılmış bir yansımasıydı. Gözünün kıyısından geçip giden görüntülerde bir başkalık olduğunu hissettiğinde, kendi bölümünün bulunduğu katın koridorundaydı. Bir fark vardı ama ne olduğunu adlandıramadı. İnsanlar değildi, yeni sürülen boyanın kokusu da değildi. Stüdyonun açılan kapısı, Zeynep'in sesi.. Hayır bunlar da değildi. Bildiği her şeyin dışında, yeni bir soluk gibiydi. Belki de, ne zamandır orada olduğu halde, ilk kez görülmenin hüznünü yaşayan bir şeydi bu. Sonra, bir piyanonun tuşlarında minik adımlar atıldığını duydu. Ses onu yakaladı, kendine çekti. Duvarda asılı bir fotoğrafın yanına götürdü. Fotoğraf yeni asılmıştı yerine, diğerlerinin yanına. İnce, siyah bir çerçeve, yansımalar içinde bir cam ve ardında eski zamanların unutulmuşluğundan çıkıp gelen bir fotoğraf.

Fotoğraf eskiydi, öyle eskiydi ki Emre, anneannesinden kalan o tek resmi anımsadı. Soluk siyah, soluk beyaz ve solmuş bir gülüş. Anneannesinin gözleri ışıldardı yıllara inat ve o gözler, kimi zaman annesi olurdu, kimi zaman kendisi. Şimdi aynı izler vardı bu resimde de. Aynı yıllar, aynı soluk gülüşler. Bir yol kenarındaydı kızlar. Bahçe duvarından dışarı taşan, bahar çiçekleriyle dolu dallar gibi dağılmışlardı. Eski okulun yolunda, ilk talebeler. Emre, bir dalganın gelip kendisini kavradığını ve yol boyunca sürüklediğini hissetti. Kızların gülüşlerini duydu ve çocukluğundan koşup geliyormuşçasına, anneannesinin her sabah içtiği kahvenin kokusunu.

Sonra, kızlardan biri unutulmuş renksizliğinden sıyrıldı, leylağın rengi oldu. Gün batımında baharın renkleri oldu ve Emre'ye göz kırptı. Bu öyle bir göz kırpıştı ki, kara gözlerinin ışıltısını Emre'ye taşıdı. Emre o gözlere baktı. Saçlara, yüze, gülüşe ve kızın renkleri solarken, ardında kalan büyüye. Şimdi yine fotoğrafa bakıyordu ama artık o, eski bir resimdi. Eski zamanlardan kalan, eski bir resim. Piyano susmuş, zaman yenilenmiş ve Emre, kendini yine koridorda bulmuştu. Çevresindeki insanları fark etti. Renklerdeki değişikliği, boyanın kokusunu ve okulun sesini.

Sonraki günlerde fotoğraf, Emre'yi hiç çağırmadı. Okulda bildik yaşam başlamış, Emre kozasına yerleşmiş, gittiği her yere onu da götürmeye devam etmişti. Sonra bir gün, merdivenlerde onu gördü. Hiçbir şeyi görmediği gibi gördü. Son basamakları da inmek için döndüğünde, karşısında ışıldayan o kara gözleri gördü. Saçları dalgalandı, eteğini topladı ve yanından geçerken Emre onu, hiçbir şeyi görmediği gibi gördü.

Emre'nin merdivende ne kadar kaldığı, o son basamakları inmeyi ne şartlarda tamamladığı, kendisine asla açıklayamadığı bir süreç oldu. Dışarıdan görülen, Vezüv'ün hışmına ayakta yakalanmış zavallı bir Pompeili gibi durmasıydı. Kantine doğru gittiği ve bir masaya dayanıp, sürekli kapıya baktığı görüldü. Emre, kimi beklediğini biliyordu. Ne gördüğünü çok iyi anlıyordu, bir an olsun kuşku duymamıştı. Bir göz kırpışı süresince yaşadığı duygular onu öylesine sarmalamıştı ki, sanki hep onu beklemişti. Onu bulmalıyım diyordu ve bunu derken, bulacağı kızın kim olacağını merak etmiyordu. Belki fotoğraftaki kızdı, belki okula gelen şu yeni öğrencilerden biri. Aynı gözleri taşıyan, aynı saçları dalgalandıran. Kim bilir, belki de aynı soydan gelen biri. Emre sadece o kızı bulmayı istiyordu. Bulmayı ve konuşmayı. En az kendisi ile konuştuğu kadar uzun konuşmayı.

Fotoğraftaki yıllar kadar uzun geçti sonraki birkaç gün. Emre, okul çıkışı bir kez daha gördü kızı. Başını yerden kaldıran, önünde uçuşan bir etek olmuştu. Arkasından bağırmak istedi ama ne diyecekti ki? Çaresiz kaldı birden. Sonra, kendisinden gittikçe uzaklaşmaya başlayan kızın ardından koştu. Tam çarpacakken durdu. Yanına geçip yürümeye başladı. Adımlarını onun akışına uydurmuş giderken, hadi konuş diyordu. Konuş! Konuş! Adını söyle bana, piyano çalıyor musun? Gülüşünü duymalıyım, lütfen bak bana. Sonra önüne geçti kızın, durdu. Birden arkasını döndü ve "Biliyor musun, ben seni tanıyorum" dedi.

Kızın kara ışıltıları artık üzerindeydi. Ürperdiğini hissetti ama o gözlere bakmalıydı. "Sen piyano çalıyorsun değil mi?" Küçük bir gülüş dolaştı, baş sallamasına eşlik etti ve kız Emre'nin yanından dolanıp, yürümeye devam etti. Emre de yürüdü peşi sıra. Ne yolu görüyordu, ne de bir ses vardı kulağında. Öylece yürüdüler. Bir ara, adını söyledi kıza, adını sordu. Kız "Nüzhet" dedi.

Emre, dışındaki dünya ile bağlarını koparmış, aklında sadece, durmadan tekrarladığı bir isim ve unuttuğu sorularla gidiyordu. Sonra birden anladı ki, artık yanında uçuşan etek yok, düş yok. Yine serin rüzgar, yine ışıklar ve yalnızlık. Nüzhet gitmişti. Hangi köşede, hangi sapakta bilinmez, adını bırakıp gitmişti. Emre onu aramadı, gülüşünü hatırladı ve gülümserken "Nüzhet" dedi.

Ertesi gün Nüzhet'i göremedi. Okulda dolaştı. Çoğu zaman siluetti insanlar onun için. O gün ilk kez, birer birer yüzlerine baktı, insanları gördü. Sonra onu bulabileceği tek yere geldi, duvardaki fotoğrafla konuştu.

Emre'nin okulda hiç yakın arkadaşı olmamıştı. Zaman zaman sohbetlerine katıldığı Zeynep ile Ali olmasa, arkadaşı yok bile denebilirdi. Zeynep, Emre'deki garipliği önceleri, tanıdık buldu. Ne de olsa, o Emre'ydi. Ancak koridordaki fotoğrafın karşısında bir kez daha aynı umutsuz ifadeyle onu görünce, dayanamadı ve Ali'ye söz etti. Kantine inerken bıraktıkları fotoğraf başındaki Emre'yi dönünce yine aynı yerde buldular. Zeynep için bu kadarı yeterli bir uyarıydı. Canlılığının kaynağı olan merak duygusuna yenik düştü ve Emre'nin koluna dokundu. Öyle tepeden inercesine "Ne var o fotoğrafta?" diye sordu ki, zaten bu sorunun cevabını arayan Emre, "Nüzhet" dedi.

Emre için Zeynep, diğerlerinin yanında bir başka renkti. Zeynep aslında doğadaki saf renklerdi. Canlı, olduğu gibi ve gölgesiz. Eğer Emre'nin, Nüzhet'i anlatabileceği biri varsa, bu ancak Zeynep olabilirdi. Oldu da. Bir göz kırpması, piyano, merdivenler, uçuşan eteklik ve Nüzhet.. Zeynep'e anlatırken ilk kez ete kemiğe büründü düş. Dinleyen Zeynep olmasaydı, bir garip şakaya dönüşürdü anılar. Ve Zeynep "Bana da göster şu kızı" derken, inanamamayı değil, katkısız bir merakı dillendiriyordu.

Emre bir sonraki gün Nüzhet\'i yine gördü. Çıkış kapısının önündeki basamaklarda oturuyordu. Biraz ileride Ali ile Zeynep vardı. Gülüyorlardı, ve Emre tam bu anda gördü Nüzhet'i. O gülüşlere daldığında, Nüzhet yine önündeydi ve yine gidiyordu. Yanından geçtiğini, dalgınlıktan olacak fark edememişti. Gülümseyişi gözlerine yansıdı ve ardından koştu.

Nüzhet'i yakaladığında Zeynep'in yanı başına gelmişti. "İşte Nüzhet bu!" demek istedi ama diyemedi. Korkuyordu. Zeynep'e gülümseyip, başını Nüzhet'e doğru salladı. Tanıştıramasa da, en azından Zeynep'in kızı gördüğünü biliyordu. Zaten şu an için, Nüzhet'i kimseyle paylaşmak istemiyordu. Bu kez uçup gitmesine izin vermeyecekti. Gözlerini hiç açmadığı kadar büyük bir dikkatle açıp Nüzhet'e odakladı. Adımlarıyla birlikte kalp atışları da hızlanıyor, ne diyeceğini düşünürken sanki inadına dili tutuluyordu. Sonunda yanına varıp "Merhaba Nüzhet" demeyi başardı. Nüzhet'in gülüşünde alay aradı ama bulduğu, sıcaklık ve belki de biraz özlemdi.

Yine aynı yoldan yürümeye başladılar. Emre bu kez hangi yöne gittiklerini fark edebilmişti. Galatasaray'a doğru dönmüşler, tramvay yolunu ortalayıp, rayların akışına kendilerini uydurmuşlardı. Önce rüzgardan söz ettiler, evet serinlemişti. Sonra okuldan konu açıldı, evet binası değişmişti ama tam yerini bulmuştu. Nüzhet "Pera'yı hep çok sevmişimdir" dedi. Emre ona fotoğrafı sormak istedi. Biliyor musun? Okulda bir fotoğraf var ve fotoğrafta bir kız. Aslında birçok kız var o resimde ama biri var ki.. Soramadı. Nüzhet'e ne zamandır piyano çaldığını sordu. Emre'nin kulaklarında artık sadece Nüzhet'in sesi vardı. Yine çevresindeki renkler erimiş ve akşamın kızılına karışmıştı.

Nüzhet, Emre'ye, küçük bir çocukken, ona ablasının piyano çalmayı öğrettiğini söyledi. Ablası da bu okula gelmişti. Ablasının piyano çalışı, öğle güneşinde, soğuk su damlalarının insanın yüzüne düşüşüne benzerdi. Önce ürpertir ama sonra, avuç avuç arzulanan bir haz olurdu. Ablasından söz ederken Nüzhet'in sesi özlemle doluyordu. Bu özlemde ayrılığın taşıdığı izler yoktu. Onun gibi tuşlara dokunabilme isteği vardı belli belirsiz. Nüzhet'in daha sonra anlattıkları, bir garip öyküydü.

İstanbul işgal altındaydı ve o yıllar Nüzhet, ablası ve yaşlı babasıyla kalakalmıştı şehirde. Annesini yitireli hayli zaman olmuştu. İyi de olmuştu kim bilir, kadın görmemişti işte bu çöküşü. Ağabeyi Nusret, bir gece hepsiyle helalleşmiş ve Anadolu'ya geçmişti. Sarı Paşa'nın yanına. Saray'da hanımlar Sarı Paşa derlermiş Mustafa Kemal'e. Ablası duymuş bir yerden, pek beğenmiş bu ismi. Ama ne büyük adamdı şu Gazi hazretleri. Kim derdi ki, bu şehir yine bizim olacak. Sonra cumhuriyet.. Artık saray da yok. Bir ağabeyi inanmıştı ona. Ara sıra haberi gelirdi, Anadolu'dan. Direniyorlardı. Nüzhet o zamanlar anlamıştı ki, direnen aslında bütün milletti. Yaralandığını duydular ağabeyinin. Öyle üzüldüler ki, ablasının bile kızgınlığı geçti. Dualar ettiler. Ablası kızmıştı, çünkü okula gitmesine müsaade etmemişti ağabeyleri "Biz savaşıyoruz!" demişti. "Ya sen? Onlarla piyano mu çalacaksın?" Ablası hiç böylesine incinmemişti. O sadece, her şey eskisi gibi gider sanmıştı. Müziği, hayatı.. Her neyse, sonunda zafer kazanılmıştı. Ağabeyi dönmüştü. Sıhhati yerindeydi çok şükür. Cumhuriyet'ten sonra bu okulun kapanmaması ne iyi olmuştu değil mi? Artık ablası gelmek istemiyordu okula ama Nüzhet çok istekli olunca, ağabeyi müsaade etmişti. Ancak bu günlerde Ankara'daydı. Onları da yanına aldırtmak istiyordu. Artık yeni bir vazifesi vardı devlette. Gideceklerdi herhalde ama Nüzhet pek istemiyordu. İstanbul'u kim bırakmak isterdi ki?

Emre, soluksuz dinlemişti Nüzhet'i. Arada bir başını sallıyordu. Bazen kendini kaptırarak, bazen kendi zamanını yakalayarak. Hiçbir şey söyleyememişti, hiçbir şey soramamıştı. Korkmuştu. Bir büyünün etkisindeyse, büyünün bozulmasından korkmuştu. Düş görüyorsa, düşün bitmesinden korkmuştu.

Galatasaray'a döndüklerinde, Nüzhet "Mekteb-i Sultani" dedi. "O da Galatasaray Lisesi oldu." Birden, tramvayın sesiyle irkildiler. Emre, Nüzhet'i tutup yolun kenarına çekmek istedi ama Nüzhet, yolun diğer yanında kaldı. Aralarından geçen sanki tramvay değil, yıllardı. Yol boşaldığında Emre Nüzhet'i göremedi. İnsanları, ışıkları gördü ama Nüzhet\'i göremedi. Arayışın anlamsızlığını bile bile aradı. Bulmaktan korkarak aradı ama bulamadı. Nüzhet yoktu.

Emre sabahın nasıl geldiğini, gecenin nasıl bittiğini anlayamadı. Okula gitmeliydi. Saat kaç olursa olsun, bir an önce okula gitmeliydi. Belki onu bulurdu. Belki şimdi okulda kendisini bekliyordu. Ancak okulda onu bekleyen sadece boş mekanlardı. Kantine girdi, yeni bir okul gününün perde perde canlanışını oturduğu yerden izledi. Daha önce hiç ilgisini çekmeyen kantin yaşamı, şimdi çevresini sarmalamış ve Emre, günaydınlara, merhabalara dalıp gitmişti. Zeynep ile Ali'yi gördüğünde önceki gün yaşadıkları birden yüreğine akmaya başladı. Zeynep'i kahve alırken yakaladı "Gördün mü?" dedi. Zeynep öyle kolayına boşluğa düşmezdi ama sabah sabah daha bir kahve içimi ayılmadan, hem de Emre'den gelecek böyle bir soruya hazırlıklı değildi. Önce, ışıklara yakalanmış tavşanlar gibi birbirlerine baktılar. Sonra Emre tekrar tekrar aynı soruyu sormaya başladı "Gördün mü? Gördün mü? Gördün mü?" Zeynep, evet gördüm dese, sanki Nüzhet kapıdan girecek, belki şaka yaptığını söyleyecek sonra birlikte Emre'ye güleceklerdi.

Zeynep, gördüğü şeyin ne olduğunu sordu. Emre şimdi "Nüzhet" diyordu. "Nüzhet'i gördün mü? Nüzhet! Nüzhet'i gördün mü?" Zeynep'in anlamaz bakışlarına takılan Emre, dün yanlarından geçtiğini, hatta ona güldüğünü ve Nüzhet'i işaret ettiğini, onun da Nüzhet'i gördüğünü, hatta Ali'nin de görmüş olabileceğini, peş peşe soluksuz sıraladı. Zeynep, Emre'nin her anlattığını gözünde canlandırdı, belleğine danıştı, yerli yerine oturttu ama ne yaparsa yapsın, Nüzhet'e ayrılmış bir anı kırıntısı bulamadı. Emre'yi görmüştü. Ona gülmüştü, ama hepsi bu kadardı işte. Emre'nin yanında kimse yoktu. Yoktu! Tüm bunları Emre'ye söylerken, arkadaşının gözlerinde beliren o tanımsız ifadeden korkmaya başladı ve Ali'ye sormaya karar verdi. Ancak Ali, ne bir kız görmüştü, ne de doğrusunu söylemek gerekirse Emre'yi.

Emre'nin o an ne hissettiğini, kendisi dahil kimsenin bildiğini sanmıyorum. Sadece, Nüzhet'i bulmak için her yolu denediğini söyleyebilirim. Okulda konuşmadığı kimse kalmadı ve bunlara hocalar da dahildi. O güne kadar Emre'yi bu kadar hareketli ve konuşkan görmemiş olan arkadaşları, olan biteni anladıkça Emre'nin güzel bir düş gördüğüne karar verdiler. Zeynep ise Emre'ye inandı. Nüzhet\'i görmemiş olsa da, en azından onun Emre için var olduğuna inandı.

Emre, Nüzhet'i bir daha görmedi. Ve bir gün, Nüzhet'i aramaktan vazgeçti. Onun, zamanın bir yerinde yaşadığını biliyordu. Belki de şimdi Ankara'daydı. Tüm yaşadıklarından sonra, bir daha kozasına geri dönmedi. Kimi zaman kozasının onu geri çağırdığı anlar oldu ama gariptir, o anlarda sığındığı tek yer fotoğraftı. Nüzhet oradaydı ve ona göz kırpıyordu.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin