23.1.09

Evrende en az bulunan şey



Güneşlitepe’nin ardından Işıklıdere’ye uzanan yolda küçük bir çocuk ve yaşlı bir adam, adımlarını birbirlerine uydurmakta zorlanmadan yürüyorlardı. Aslında çocuğa kalsa, şimdiye kadar Işıklıdere’ye çoktan varmış olurdu. Ancak çocuk, yaşlı adamın sürüklercesine attığı adımlara bakıp onu zorlamanın bir faydası olmadığını düşünüyordu. Hem hızlı gidip ne yapacaktı ki? Sonuçta bu adam onun ustasıydı ve bu garip yerde tek başına kalırsa ne yapabileceğini bir kenara bıraksa bile, en azından adama ayıp olurdu.

Yaşlı adam, yol boyunca kendilerine eşlik eden gelinciklere ve papatyalara bakıp, baharın tüm kokularını taşıyan rüzgarı içine çekip, biraz altlarında ışıldayan derenin, dağların sesini getiren ninnisine dalıp, bunların tümünden nasıl da nefret ettiğini düşünüyordu. Ona kalsa böyle ağır aksak sürüneceklerine, bir an önce her ne cehenneme gideceklerse gitmeyi isterdi. Ne var ki yanına kattıkları bir çocuktu, bir çocuk! Küçük, haşarı, eh belki biraz sevimli ama baş belası bir oğlan çocuğu. Hoş kendisi de zamanında çocuktu. O da bir ustanın yanında, işte tam da böyle heyecanını bastırmaya çalışarak dolanmıştı. Ancak ne var ki, o günler artık sayılamayacak kadar uzakta kalmıştı. Şimdi çocuğu koştursa sadece yorulmakla kalmayacak, bir de her şeyi baştan almak gerekecekti. Gözlerini göğe dikip “Pekala,” dedi. “Pekala, istediğin gibi olsun!”

Çocuk adamın konuştuğu yöne bir bakış fırlatıp, merakla sordu: “O’nunla konuşabiliyor musun? Yani böyle yolda giderken bile?”

Adam, bilmem ne kadar zaman önce, kendisinin de buna benzer bir saçmalığı dillendirdiğini hatırlayarak, olabildiğince sakin “Evet,” dedi. “Evet, O’nunla konuşabiliyorum. Hem sadece yolda değil cehennemin dibinde bile.”

Çocuğun gözleri açılırken, adam da gözlerini açtı. “Sen cehenneme mi gittin?” dedi çocuk; “Gerçekten oraya gittin mi?”

Adam umursamazmış gibilerinden elini salladı “Bir iş için uğramıştım. Görev icabı ama telaşlanma, bu çok sık olan bir şey değildir. Hatta diyebilirim ki, her bin yılda bir kere ya olur, ya olmaz.”

Çocuk rahatlayarak içini çekti “Her bin yılda bir..” diye tekrarladı “Evet, o kadar da sık değilmiş gerçekten de. Ama söylesene usta, bizim orada ne işimiz olabilir ki?”

Usta, yolun kenarına çöküp, çocuğa yanına oturmasını işaret etti. Çocuk yerleşince “Şimdi sana en önemli dersini vereceğim!” dedi. “Beni iyi dinle, çünkü bizim işin püf noktası bu”

Çocuk, bunun kaçıncı püf noktası olduğunu içinden hesap ederek “Dinliyorum usta” dedi.

Yaşlı adam, yorgun, konuştu: “İnsanlar çaresizliğe düştüklerini hissettiklerinde yardım isterler. Görev yerin burası olduğu için insanlar diyorum. Her neyse, onlar Tanrı’dan yardım isterler. Tabii genellikle Tanrı’ya inananları kastediyorum. Aslında inanmayanı da isteyebilir, bu konuya sonra döneriz yine, evet ne diyordum? Hah! tamam, yardım isterler hep yardım isterler. Biraz kıpırdayıp yapabilecekleri şeyler için bile yardım isterler. Sonra ne olur dersin? Sonra bu istek onaylanır, kim mi onaylar? Tanrı tabii ki. Onay alınınca sıra bize gelir. Biz de yardım ederiz.”

Çocuk, zaten defalarca duyduğu şeyleri bir daha dinleyerek, asıl merak ettiği konuya geldi: “İyi de usta, cehennemdekilere de yardım ediyor muyuz?”

Adam, soruyu yeni duymuş gibi tekrarladı. Sonra dönüp “Evet” dedi. “Oradan çok yardım isteği gelir ama hemen hemen hiç onay almaz. Sadece her bin yılda bir kere, o da belki.”

Çocuğun aklına takılan sorular hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Ancak yaşlı adam ayağa kalkmış, yine yola koyulmuştu. Soruları çocuk soruyor, adam aynı anda kelimesi kelimesine içinden tekrarlıyordu. Ne kelime atlıyor ne de soruların sıralanışında bir hata yapıyordu. Biliyordu işte, çocuğun neyi ne zaman eşeleyeceğini adı gibi biliyordu.

Çocuğun bir solukta koyuverdiği sorular bitince, başladı anlatmaya “Evladım, elbette ki cehenneme özel izinle girebiliyoruz. Öbür soruna gelince, çok haklısın! Yapılan değerlendirmelere göre en fazla yardım isteği cennetten geliyor. Sıkılıyorlar herhalde ama hiçbir zaman bu istekler onaylanmıyor. Bırak onaylanmayı, Tanrı o kadar kızıyor ki onları gerisin geri Dünya’ya postalıyor hem de yine kendileri olarak. Yani aynı hayatı defalarca yaşıyorlar yine cennetlik oluyorlar. Senin anlayacağın hem bu dünyada, hem öbür dünyada sıkıntıdan patlıyorlar.”

Çocuğun soruları bitmişti, en azından şimdilik. Artık duyduklarını ölçüp biçiyordu kafasında. Yükleneceği işin teorik eğitimini gördüğü zaman boyunca, diğer adaylarla bu konularda yaptıkları tartışmaları düşündü. Önceleri yapacakları işin heyecanı onları sarıp sarmalar, bir an önce görev yerlerine gitmek için can atarlardı. Her adayın gideceği yer kur’a ile belirlenir ve daha sonra da orası ile ilgili yine önce lafta kalan bir eğitim görürler ve beklenen o an gelirdi: Gitme zamanı!

Hepsi daha önce bu işte sayılamayacak kadar çok zaman harcamış ustaların yanına gönderilir ve uygulamalı eğitim başlardı. Onun şansına da Dünya düşmüştü. Dünya’nın onların mesleğinde özel bir yeri vardı. Dünya, başlı başına bir evrendi sanki. Yaşamın olduğu başka yerlere gidenler, yan gelip yatmaktan sıkıntıdan patlama noktalarına geliyor ve neredeyse, kendileri acil yardıma ihtiyaç duyuyorlardı. Hatta bazı yaşam biçimlerinin ulaştığı aşama, onlara yardım etmek söyle dursun, başları sıkıştığında koştukları merkezler olmuştu.

Dünya ise.. ‘Dünya’ydı. Daha her şeyin yeni başladığı, üzerinde yaşayan canlıların, evrenin en genç ırklarından biri olduğu ve neylersiniz ki akranlarına göre oldukça ağır geliştikleri bir yerdi. Bir söylentiye göre Tanrı onlardan umudunu kesmek üzereydi.

Dünya’nın kendilerine akıl sunulan canlıları, adlarına ‘İnsan’ denilen yaratıklardı. Çocuk, Dünya’da görev yaptığı sürece bu kılıkta dolanacaktı yani bir ‘İnsan’ olarak. Bedeni gerektiği gibi büyüyecek ve sonunda o da, yerine bir aday yetiştirip emekli olmaya hak kazanacaktı. Emekli olan adayların kendi seçtikleri bir yerde yaşamaya da hakları vardı. Doğal ömürlerini tamamlayıp, her canlı gibi ölene kadar. Ancak onların diğer canlılardan iki farkı vardı. Birincisi bu ‘doğal ömür’ denilen süre onlar için bıktırıcı olacak kadar uzundu ve ikincisi, öldüklerinde cennete gitmeme hakları vardı.

Çocuk gördüğü kadarıyla Dünya’yı sevmişti. Aslında şimdiye kadar gördükleri ağaç, çiçek, böcek ve suydu ama güzeldi işte. Çocuk, tıpkı cennet gibi diye düşündü. Evet, Dünya cennet gibi. Aman Tanrım! Cennet gibi! Tanrı’nın kızgınlığını şimdi anlıyorum diye geçirdi içinden. Öyle ya! Sen kalk, cennet gibi bir yer düşün, sonra da bu yer İnsan’ı çıkarsın karşına. Tanrı dellenmekte haklıydı, tabii onunkine dellenmek denirse. Cennetten sonra en fazla yardım talebi Dünya’dan geliyordu. İnsanlar bir türlü kendilerine verilen aklın nimetlerinden yararlanmayı beceremiyor, yararlanmaya kalkanları bunu denediklerine bin pişman ediyor ve sonunda, hem kendilerini hem de onlarla aynı yeri paylaşma şanssızlığına düşmüş diğer canlıları perişan ediyorlardı.

Çocuk bu fikirleri daha önce defalarca duyduğunu düşündü. Çünkü bitirme tezlerinde kendine güvenen ve yeterli hırsa sahip olan adaylar, çoğunlukla Dünya’yı ele alırlardı. Dünya’nın kısa tarihi ve bu kısa zamana sığan karmaşa onların ilgisini çekerdi. Daha çok çözümler üzerinde durulur ve her aday kendilerince bir devrim saydıkları düşüncelerini uzun uzadıya açıklarlardı. Bitirme tezleri Tanrı’ya havale edilir, sonuçlar merakla beklenirdi. Bütün bunlar bir beyin cimnastiğinden öteye geçmez ama yine de Tanrı’nın hoşuna giderdi. Yüksek makamlardan ulaşan bilgilere göre Tanrı, en azından birilerinin aklını kullandığını görmekten mutlu oluyordu, bir işe yaramasa bile. İşe yaramıyordu çünkü. Genel kanıya göre Tanrı, Dünya’yı insanlara bırakmıştı. Ne halleri varsa görsünler diye.

Yaşlı adam çocuğun bu düşüncelerini biliyordu. Aklını okuduğundan değil, sadece o da aynı parlak fikirlerle dolup taşmış, Dünya yaratıklarına yardım elini uzatmaya gelmiş ve gelip geleceğine anlatamayacağı kadar pişman olmuştu. Nedenleri çok basitti ve kendinden önce gelen altı ustanınkilerle aynıydı. Bu yaratıklar iflah olmazdı ona göre. En kötü özellikleri de, aralarından çıkma mucizesini gösteren ‘aklı başında’ insanlara uygun gördükleri yıldırma ve gerekiyorsa yok etme taktikleriydi.

Yaşlı adam Galileo’yu hatırladı. Bu aklını kullanmasını bilen adam dünyanın, güneşin etrafında döndüğünü söyleme gafletinde bulunmuştu. Sonra ne olmuştu? Neredeyse hafif ateşte kızartma olacaktı. Tanrı onu Galileo’ya yardım etmekle görevlendirince, bir yolunu bulup onu ikna etmeye çalışmış, engizisyonda fikirlerinden vazgeçtiğini açıklamasını sağlamıştı. Böylece Tanrı’nın üzerine titrediği bu tek tük insanlardan birinin yaşamını uzatmış ve o da aklını kullanmaya devam etmişti. Gel gör ki adam rahat durmamış, mahkeme salonundan çıkarken “Yine de dünya dönüyor” demişti. O anda, yaşlı adam Galileo’yu bir temiz pataklamamak için kendini zor tutmuştu.

Yaşlı adam bunca zamanlık meslek hayatında hiçbir şey öğrenmediyse de tek bir şey öğrenmişti: Tanrı en çok kendi adına fikir beyan edip, kural koyanlardan ve bir de utanıp sıkılmadan bunu diğerlerine dayatanlardan hazzetmiyordu. Böylelerinin yeri sonsuz cehennemdi ve değil bin yıl, onlarca bin yıl da geçse yine cehennem olacaktı. Ancak şu da var ki, cehenneme düşen yaratıkların çektikleri ruhsal azabı bir yana koyacak olursak, bazılarına orası bile bir ödül oluyordu. Zaman ve mekan üstü bu yerde cezasını çekip bitirenler, yeniden yaşama ve yeni bir bedene kavuşuyorlardı. Daha önceki yaşamlarını sürdükleri yere geri dönen çok azdı. Genellikle değişik dünyalara gidiyorlar ve kendilerine sunulan aklı kullanmaları için bir fırsatları daha oluyordu. Ama bazen Tanrı’nın gazabına uğrayanlar, ki bunlar çoğunlukla İnsanlar arasından çıkıyordu, evet bunlar, kimi zaman akıldan en az nasibini almış yaşam biçimlerine dönüşüyor ve bazen hayatlarını bir köpeğin gerisinde pinekleyip, arada bir zıplayarak tamamlıyorlardı.

Aslında bu geri dönüşün en feci tarafı, özellikle İnsanlar için sık sık yine Dünya’ya gönderilmeleriydi. Tanrı’ya göre, Dünya’da adam olmayı beceremeyenler hiçbir yerde iflah olmazlardı. Tabii cehennem hariç. Son zamanlarda cehennemden de değişik şikayetler gelmeye başlamıştı. Diğer canlı türlerinden oraya düşenler, ki bunların sayısı oldukça azdı, açık açık şikayete başlamışlardı. Sorun şuydu: Cehennem ahalisi ezici bir çoğunlukla İnsanlardan oluşuyordu ve İnsan her yerde İnsandı.
Yaşlı adama verilen bu son görev, aday çocuğa yardım uygulamaları yaptırtmaktı. Önce birlikte yapacaklar ve sonra da çocuk tek başına kalacaktı. Ancak bu arada yaşlı adam çocuğu izleyecekti. Eğer tamam olduğuna karar verirse üstlerine durumu bildirip, emekliliğini geçireceği bir yer aramaya bakacaktı. Yaşlı adam büyük bir memnuniyetle fark etti ki, iki şeyden emindi. Bir: Emekliliğini geçireceği yer kesinlikle Dünya olmayacaktı. İki: Çocuk her şeyi yüzüne gözüne bulaştırsa da, artık Dünya onundu. Alsın ve hayrını görsündü!

Yaşlı adamın yapmak zorunda olduğu bir diğer iş de, aday çocuğa insanlarla ilgili deneyimlerini aktarmaktı. Ona bu Dünya’yı ve üzerinde arsız bir sarmaşık gibi yayılan insan ırkını anlatacaktı. Çocuğun Dünya ve sakinleri hakkında oldukça romantik fikirlere sahip olduğundan emindi. Onun iyi bir temel eğitimden geçtiğini kabul ediyordu hatta, son zamanlarda moda olduğu gibi diğer adaylarla serbestçe tartıştığından ve şu tezlerden de haberi vardı. Kendisinin zamanında bu eğitim işi kısa tutulur ve adaylar bir an önce görev yerlerine gönderilirlerdi. Onlar, her şeyi yaşayarak ve ustalarının deneyimlerine dayanarak öğrenmişlerdi. Ancak belli oluyordu ki, artık zaman değişmişti, tanrı katında bile.

Işıklıdere’ye vardıklarında, güneşin kızılını yansıtan suyun kenarına oturdular. Dere akışını yavaşlatmış gibiydi. Sanki bu dakikaları ağırdan alıyor ve üzerinde oynaşan renklerin cümbüşünü, gecenin karasına teslim etmeden önce tadını çıkarıyordu.

Yaşlı adam, "Artık zamanı geldi" diye düşündü. Bu hevesli yavrucağa İnsan denilen yaratığın ne mene bir şey olduğunu anlatmalıydı. Aslında ta içinde bir ses, bu iş için seçtiği yerin hiç de uygun olmadığını söylüyordu. Konuşmanın geçmesi gereken yer, bir madenin içiydi ya da çölün orta noktası ya da şu bela gemiye çarpan buzdağının tepesi. Bu arada yaşlı adam, İnsanlar’ın aptallıklarının sonucunu allayıp pullayarak marifetmiş gibi yeniden canlandırmalarını asla anlayamayacağını düşündü. Neyse, bu o kadar önemli değildi. Sonuçta milyonlarca kusurdan biriydi onun gözünde ve aslına bakılırsa en zararsızıydı. Hatta ders verici bir yönü olduğu bile söylenebilirdi.

Çocuk ise tam oturduğu an, yorulduğunun farkına vardı. Bir de tam o anda, günbatımının farkına vardı içi titreyerek. Dünya hakkında gördükleri, şimdi yaşadığı renklerin savaşına yeterli uyarı değildi.

Uzaklarda hükmünü yitiren mavi... Yani başında, ışıldayan derenin sularına hakim olan kızıl. Köpüklerin, yaklaşan geceden sakladıkları beyazlık, ve her günbatımında, koyu gölgelere teslim olan yeşil... Yaşadığı ilk gerçek günbatımı.

Çocuk mutluluğun yeni bir tanımını kendi kendine yaparken, yaşlı adamın sesiyle irkildi. Öyle dalmıştı ki, adamın ne dediğini duymamıştı “Hı?” dedi.

Yaşlı adam çocuğu neyin etkilediğini biliyordu. Lanet olasıca günbatımı! Zamanında o da az mı etkilenmişti? Neden sonra anlamıştı ki, aslında Dünya, toz olup boşluğa dağılmadan bir günü daha atlattığı için bayram ediyor ve o renklerin dansıyla da bunu kutluyordu her akşam. Ya da öyle bir şey.

Çocuk “Affedersin usta,” dedi “Ne dediğini anlamadım.”

Yaşlı adam “Diyordum ki..” diye başladı ama çocuğun gözlerinde akmak için birbirini iten damlaları görünce sustu. Hayda! Bir bu eksikti diye düşündü. Gel de şimdi bu velede dert anlat. Neylesin ki çaresi yoktu, anlatacaktı.
“Bana bak!” dedi. “O göz yaşlarını boşa harcama, ilerde kendi haline ağlamak istersin de bulamazsın.”

Çocuk burnunu çekti. “Hem biliyor musun?” diye devam etti yaşlı adam, “Daha ilk günden İnsanlara benzemeye başladın, bu hiç de iyi bir şey değildir.”

Çocuk biraz merak biraz da öfkeyle sordu, “Neden iyi bir şey değildir ki?”

Yaşlı adamın aradığı fırsat ayağına gelmişti. İşte o da tam bunu anlatmak istiyordu zaten. “Neden mi? Neden mi? Eee..” Tıkandı kaldı. Ne gereksiz bir tıkanmaydı bu. Söyleyeceği öyle çok şey vardı ki, sadece hangi birinden başlayacağını kestirememişti.

Ayağa kalktı ve yükselen Ay’a karşı derin bir soluk aldı. Sonra, bir şey onu pek de zarif olmayan bir şekilde dürtmüş gibi sıçradı. “Şu Ay’a bak” dedi. “Bak! Bak!” Eğilip çocuğu tuttu, onu da yanına dikti. “Hem de iyi bak!” dedi.

“Bu Ay var ya bu Ay, milyonlarca yıl Dünya’ya bakıp durdu. Onun seyrine doyamadı. İnsan’ın doğuşunu gördü. ‘Aman ne güzel’ dedi. ‘Sonunda bu gezegende de akıl doğdu!’ Sonra İnsan’ı izledi. İzledi ve dedi ki ‘Tanrı’m!’ Sonra biraz daha zaman geçti ve Ay, bir gün müthiş bir sesle yerinden zıpladı ‘Yine ne oldu?’ diyerek Dünya’ya baktı ve ne gördü dersin? Evet! Kocaman bir mantar şeklinde bir bulut gördü. Bir çok kara bulut gördü. Kapkara bulutların, İnsan ırkının birbirlerini yok etmek için buldukları en son icatlarının eseri olduğunu anladığında ‘Aman Tanrı’m!’ dedi yine. Zavallı Ay! Tam Dünya’da sesler biraz kesilmişken, üzerine üzerine gelen uzay araçları gördü. Az dikkatli bakınca, gelenlerin insan olduğunu anladı ve kaçmaya çalıştı. Nafile bir çabaydı tabii. İnsanlar üzerine indiler, taşını toprağını didiklediler, bir de bayrak saplayıp gittiler. İçlerinden biri ‘Benim için küçük ama İnsanlık için büyük bir adım’ dedi. Ay bunu duyunca ‘ha s...!’ öf! neyse bir şeyler söyledi işte.”

Çocuk Ay’a gözlerini dikip, yaşlı adamın dediklerini dinledi. Ay’ın ne dediği umurunda değildi. Aslında Ay’ın herhangi bir şey söyleyecek durumda olduğunu da sanmıyordu. Asıl önemlisi ustasının dedikleriydi ve çocuğu öfkelendiren de tam olarak işte buydu. Derin bir soluk alıp, düşüncelerini ve o güne kadar İnsan hakkında öğrendiği her şeyi bir sıraya sokmaya çalıştı. O, burada görev yapacaktı. İnsanlara yardım edecekti ve açıkçası, kim ne derse desin İnsan’a inanıyordu. Artık birkaç söz etme sırası kendisine gelmişti: “Ben senin gibi düşünmüyorum usta, ben İnsanların aslında akıllı ve iyi yaratıklar olduğunu düşünüyorum. Sadece, ee.. Sadece onlar daha çocuk gibiler yani diğerleri de zamanında çok mu farklıydı sanki? Onlar da Tanrı’yı çileden çıkartan hatalar yapmadılar mı? Onlar da kendilerine verilen aklı, olmadık işlerde kullanmadılar mi? Bizim mesleğin tarihi, onlara yaptığımız yardımların öyküleriyle yazılmıştır.”

“Bak bu konuda haklısın” dedi yaşlı adam. “Yalnız küçük bir ayrıntıyı atlamıyor musun? Minicik, küçücük bir ayrıntı? Hani şu son dönemlerde sizlere hazırlatılan tezler? Hani, her aklı evvel veledin kurtarmak için kendini adadığı Dünya? Başka hiçbir yaşam biçiminde ve bilgin olsun diye söylüyorum, zamanın hiçbir döneminde başımıza gelmeyen dertler? Hı?”

“İnsanlarla başımızın belada olduğu doğru ama bu demek değil ki, işler hep böyle gidecek. Diyorum ya, onlar daha yolun başındalar ve kabul ediyorum, biraz ağır ilerliyorlar ama sen de bilirsin ki, eee.. geç olsun ama güç olmasın.”

“Güç olmasınmış! Nedir güç olan? Bugüne kadar oluşan tüm evrenlerdeki tüm canlılar içinde, kendilerine akıl verilenlerin sayısını biliyor musun? Efendim?”

“Yani tam olarak mı? Sanırım..”

“Neyse boş ver önemli değil. Aslını ararsan ben de tam bilemiyorum ama fazla olmadıklarını biliyorum. Yani demek istediğim, akıl evrende çokça bulunan bir şey değil. Öyle her isteyene Tanrı aklı bol keseden dağıtmıyor. Yine de hakkını yemeyelim, verdi mi de tam veriyor. Sonra da tek bir şey istiyor. Tek bir şey! Aklını ziyan etme, kullan! Kullan!”

“Ama İnsanlar akıllarını kullanabiliyorlar. Yavaş yavaş, tamam, çok yavaş. Daha yeni öğrendiler sayılır. Yaptıklarına bir baksana! Sanatta, bilimde ve ve..”

“Ne ve ve? Savaşta ve açlıkta mı? Yoksa daha doğru dürüst uzayda dolanamadan, içine ettikleri Dünya’da mı?”

“Haklısın, ama yine de tüm bunlar uğruna didinip duran da yine İnsanlar değil mi? Akıllarını özgürlüğe kavuşturmak için neler çektiler? Senin daha iyi bilmen gerek, ne de olsa bunların çoğu senin döneminde yaşadılar.”

“Yaşadılar, evet. Her birini hatırlıyorum. İçlerinden bazıları da beni hatırlar sanırım. Onlar da olmasaydı..”

“Olmasaydı?”

“Belki daha iyi olurdu! Ben de derdim ki o zaman, bunlardan bir şey bekleme, öylesine yaşıyorlar işte. İlişme, ürkütme. Bırak kendi hallerine ve hiçbir şey umma. Hatta umut bile etme. Ama olmuyor.. Olmuyor, çünkü..”

“Çünkü?”

“Akılları var! Akıl! Evrende en az bulunan şey! Dertleri ne o zaman? Ne kadar şanslı olduklarını bilmiyorlar mı? Sonra Dünya’ya ne dersin? Onların gezegeni, Dünya! Ben ne gezegenler bilirim ki değil üstünde yaşamak, yanından bile geçmek istemezsin. Ama Dünya öyle mi ya? Eksik olan hiçbir şey yok, fazlalık yok. Sadece bir sorunu var: İnsan!”

“Evet İnsan! Ama sorun değil, umut! İşte seninle ayrıldığımız nokta bu. Benim umudum var usta ve bana öyle geliyor ki bu işi başaracaklar.”

“Sana neyi başaracaklarını söyleyeyim mi? Bum! İşte bunu başaracaklar! Büyük bir bum ve minik minik tozlar! Onlar için üzülecek miyim? Hayır! Ya neye üzüleceğim? Dünya’ya mı? Eh, biraz hüzünlenirim tabii. Ama biraz, ne de olsa bu yaratıklar onun marifeti.”

Yaşlı adam yorulmuştu. Çocuğa elini ‘boş ver’ dercesine salladı ve olduğu yere yığılıp kaldı. Gözlerini kapattı ve son zamanlarda kendisini rahatlatan tek şeyi düşündü: Emeklilik..

Çocuk ise meraklanmıştı ama adamın yüzünde belli belirsiz ortaya çıkan gülümsemeyi fark edince, ses etmemeye karar verdi. O da bir köşeye çekildi ve gözlerini kapattı. Ne olmuştu da bu adam bu kadar köpürmüştü? Biraz kızgınlığı anlayabilirdi. Düş kırıklığını da. Hatta bıkkınlığı, yorgunluğu ve öfkeyi. Ya umutsuzluğu? Hayır! Anlamıyorum, kesinlikle anlamıyorum diye geçirdi içinden. Hiç akıldan umut kesilir miydi? O zeka sahibi canlılara özgü duygulardan? Sevgiden?

Yaşlı adamın herhangi bir şey düşünecek hali kalmamıştı. Sadece dinlenmek istiyordu. Öyle yorgundu ki. Üzerine serildiği toprak kadar yorgun, günbatımı kadar ve hatta, evet en doğrusu bu olacaktı: Dünya’da görev yapmış bir usta kadar yorgun!

Gece, Ay’ı uğurladı ve iyice içi karardı. Yaşlı adamla çocuk, Işıklıdere’nin uykulu mırıltılarını dinlediler. Hiç konuşmadılar.

Çocuğun aklına söylemediği bir şeyler geliyordu ara sıra. Tam ağzını açacakken, yaşlı adamın yüzüne bakıp, vazgeçiyordu. Ne var ki o da sonuç olarak bir çocuktu ve tüm diğer çocuklar gibi sabrının pek de uzakta olmayan bir sonu vardı. Önce kıpırdandı, sonra biraz daha. “Hım” dedi, “Mmm” dedi ve bir hışım kalkıp, yaşlı adamın önünde dikildi.

“Aslında ne diyor, biliyor musun?”

Adam irkilme ile zıplama arası doğruldu. Ellerini beline dayamış, erken mezun olmuş bir sorgu meleği gibi karşısında duran çocuğa baktı.

“Hı? Kim? Kim ne diyor?”

“Ay! Şu biraz önce çekip giden Ay! Sana çok kızmış, bunu söylememi istedi.”

“Kızmış mı? Ay bana mı kızmış?”

“Evet. Dedi ki ‘Söyle o..’ şeye..”

“Neye?”

“Yaşlı bunağa!”

“Yaşlı bunak?”

Evet. Dedi ki ‘Söyle o yaşlı bunağa, ben İnsanları severim!’ İşte böyle dedi.”

“Ay mı dedi? Sana? Hi hi hi hi..”

“Niye gülüyorsun ki? Akşam akşam canını sıkmışsın, biraz lafladık işte.”

“....?”

“Ne dedi biliyor musun? ‘İnsan’ı severim’ dedi, ‘Ne de olsa elime doğdu, geceleri ben baktım ona.’ Bir de özellikle bilmeni istediği bir şey varmış.”

“Neymiş o?”

“Dediğine göre, İnsan’ın ona gelmesine çok sevinmiş. Zaten ne zamandır bekliyormuş, aslında geç bile kalmışlar. Yine de ‘Olsun’ diyor, ‘Geldiler ya..’ Yalnız biraz hüzünlenmiş.

“Neye?”

“İnsanları düş kırıklığına uğrattığını sanmış. Diyor ki ‘Benimle ilgili öyle güzel şiirleri, öyküleri vardı ki. Yani ay ışığı, mehtap, sevgililer hatta bir de Ay Adamı! Ama şimdi gelip her halimi gördüler. Bende kayda değer bir şey yok, sadece Dünya manzarası.’ Hüzünlenmiş işte, sanmış ki artık kimse onu beğenmiyor.”

“Bu çok mu önemliymiş?”

“Önemli tabii! O insanları seviyor. Unutulmak istemiyor.”

“Kimse onu unutmaz, merak etmesin. İnsanoğlunun merakından ve iştahından kurtulan olmamıştır daha. Neyse, bırak şimdi onu da söyle bakalım bana, senin derdin ne?”

“Derdim mi ne? Benim derdim sensin! Nasıl bu kadar umutsuz olabiliyorsun?”

“Umudu mu konuşmak istiyorsun? Hani şu Dünya’ya gelirken yanımda getirdiğim ve buraya elbirliği ile gömdükleri umudu mu? Evet, umutsuzum. Hem zaten her akıl sahibi canlının mutlaka düze çıkacağı varsayılsa bile, işte böyle aradan umutsuz vakalar da çıkabiliyor. Ben insanları artık böyle görüyorum. Umutsuz vaka! Bak sana bir şey daha söyleyeyim. Buradaki görev süren bittiğinde, istediğin iddiaya girerim, sen benden daha beter olacaksın.”

“Hayır! Hiç sanmıyorum. Ben asla umudumu yitirmeyeceğim ve..”

“Ve?”

“Yani.. Elimden geleni yapacağım. Tabii sen de yaptın, çok çalıştın biliyorum. Buraya gelmeden önce seninle ilgili duyduklarıma inanamazsın. Ama..”

“Ama, buraya geldin ve bu yaşlı, umudu tükenmiş adamı buldun. Bilmem ne kadar zamanını İnsan ırkının içinde geçirmiş olan adamı buldun ve daha buraya ayak bastığın ilk gün, her şeyin sırrına erdin öyle mi?”

“Hiçbir şeyin sırrına ermedim, ermek de istemem. Sadece, evet sadece çok şaşırdım. Düş kırıklığına uğradım ve seni de biraz ayıpladım!”

“Ayıpladın demek. Dur ben tahmin edeyim. Çünkü sana umut vermedim. Bırak umut vermeyi, öyle şeyler söyledim ki, tepeni attırdım.”

“Bence asıl tepesi atan sensin ama ben bunun için seni ayıplamam. Aslında sana hak vermiyor da değilim. Belki dediğin doğru, sonunda ben de delleneceğim ama ne var biliyor musun? Ne kadar zıvanadan çıkarsam çıkayım, umudumu yitirmeyeceğim. Ben akıldan umut kesmem.”

“Ben de! İnsan aklından da umut kesmem. Ancak, bunların aklının önüne geçen şeyler o denli engelleyici ve güçlü ki, işte tam bu noktada pes ediyorum. O engelleri yıkamayacaklarını anladım ve umudumu yitirdim. Sen de beni istediğin kadar ayıplayabilirsin, sonuçta değişen bir şey olmayacak çünkü..”

“Yanılıyorsun, olacak! Değişim, aklın yolunda olacak. İyiye doğru, Güzele doğru!”

“Evladım, sakinleş, sakinleş. Ben nutuk dinleyecek yaşı çoktan geçtim. Hem, canım arada bir dinlemek isterse, geçer aynanın karşısına kendi kendime sıkı bir nutuk atarım. Böylece de..”

“Aa! Usta bak!”

“Ne? Ne oldu? Yine ne yaptılar?”

“Kim ne yaptı?”

“İnsan! Onlar her an, her şeyi yapabilir.”

“Onlar bir şey yapmadı. Bak, güneş doğuyor!”

“Ee.. Ne var bunda? Son birkaç milyar yıldır her gün yapıyor bunu. Aslında onda da bir parça akıl olsaydı, bu işe bir son verirdi. Bizi de bu dertten kurtarırdı, ama yok! Her sabah bu hatayı yapıyor.”

“Sen buna hata mı diyorsun? Yeni bir güne hata mı diyorsun? Yeni bir başlangıca, bugün doğacak bebeklere hata mı diyorsun? İnsanlara verdiği bu yeni umuda hata mı diyorsun? Ben ne diyorum biliyor musun? Merhaba! Hoş geldin! Günaydın!”

Güneş doğdu. Uyanan İnsan ırkı, dünyalarında yeni bir güne başladılar.

Bunlar, evrende en az bulunan şeye sahiptiler.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin