24.1.09

Zıplama kafamın içinde

kafamı meşgul edecek bir şeyler bulmalıyım.. bu kafayı kendi haline bırakıp da, git ne düşünürsen düşün dediğimde sonuç pek iç açıcı olmuyor.. hele ki böyle dönemlerde..

ne kadar takıntı yaratmaya müsait düşünce varsa, minderde takla atmaya çalışan çocuklar gibi sıraya giriyor ve başlıyorlar beklemeye.. sonra sırayı bozuyorlar, hepsi birden takla atmaya başlıyor.. birbirinin üzerinden zıplayanlar, birbirlerinin üzerinde zıplayanlar ve tek başına bağıra bağıra zıplayanlar sarıyor her yanı..

kulaklarından tutup, hiç olmazsa sıranızı bozmayın diyorum ama dinlemiyorlar beni.. sonunda içlerinden bir tanesi o kadar çok tepiniyor ki kafamın içinde, diğerlerini sindiriyor.. tek başına hüküm sürmeye başlıyor zavallı beynimde.. her kıvrımına takılıp kalıyor ve asla kazınmıyor, asla yok olmuyor..

bu durumda, eğer nur topu gibi yeni bir takıntılı düşünce sahibi olmak istemiyorsam yapabileceğim tek bir şey kalıyor geriye: hücum! iyi organize olmuş bir saldırı harekatı, bir tür cihat! artık, hepsi başka bir deliğe saklanmış öbür düşünceleri mi toplarım, yoksa takviye olsun diye yeni düşünceler mi bulurum, bilmiyorum.. ama yapmam gereken bu işte: gözümü karartıp saldıracam, başka yolu yok..

bu saldırının planlanma aşamasında bile kafam biraz rahatlıyor.. çünkü potansiyel takıntı olmayı hedefleyen düşmanım, tehlikeyi hissediyor.. oradan buradan üzerine üzerine gelmeye hazırlanan başka düşüncelerin gölgelerini fark ediyor.. ama bu düşüncelerin öyle belli bir biçimi, kayda değer bir içeriği yok.. bunu anlamanın rahatlığıyla, yerinden emin, devam ediyor beynimi kemirmeye.. bilmiyor ki salak şey, kendisini yaratan da o beyin aslında.. sonunda yok oluşu da, yine onun elinden tadacak..

işte bu noktada beynim, bir avuç mısır tanesini düşünmeye başlıyor.. kendi hallerinde, mutlu küçük mısır tanelerini.. onlar birazdan ateşin üzerinde kızmaya ve patlamaya başlayacaklar.. her biri kendi evrenini yaratacak.. “yok oluşu da, yine onun elinden tadacak” cümlesinin verdiği dinsel söylem pasıyla, mısır taneleri arasında abuk sabuk bir bağlantı kuran beynim, yaptığını sorgulama safhasına geçmeden, mısırları yemeye başlıyor..

alınan lezzetin beynin hangi köşesinin marifeti olduğunu merak bile etmiyor, çünkü ortada ne mısır var, ne de tanesi, ne de patlamış hali.. ama –mış gibi yapılan lezzet yerinde duruyor, tadılmış, yenilmiş.. dişlerin arasında kırıntıları bile kalmış.. ve susatmış!.. bir bardak su alıp, saldırı planlarımı yapmaya devam ediyorum..

patlamış evrenlerin minik kırıntılar halinde mideme inişleri ve sindirilmeleri canlanıyor gözümde.. yok olmayıp başka bir şeye dönüşen kırıntılar bana, “o şimdi asker” sloganını hatırlatıyor.. dilini çıkarıp elleri havada gelen arsız bir düşünce de “canı neler ister?” diyor.. kalkıp kıvırıyorum iki dakika.. kalçam üç dört dönüşü tamamlayınca, her şeyin döndüğü geliyor aklıma.. son sarhoşluğum, son pişmanlığım.. mehtap..

son pişmanlıkla mehtap arasını, evrende dönen her şey dolduruyor bir çırpıda ama bunu kısa kesiyorum.. sanki sonsuzluğun sürekli dönmesi çok basit, çok sıradan bir olaymış gibi, kafam mehtaba takılıp kalıyor.. çünkü onun bende anısı var.. benim beynimde dönüp duruyor olması daha önemli.. dünya’nın çevresi ona dar gelir, “ben” dururken!

ve bende dönen şeyler daha da önemli haliyle.. dönen ve dönüşen.. dönüşüp bünyeden atılan, gittiği yerde medeniyetin arıtmaya çalıştığı bir şey olan.. arıtıp yine kullanalım diye planları yapılan.. hayır! ben onu atana kadar neler çektim, siz biliyor musunuz?.. ne arıtması? ne yeniden kazanımı, kullanımı?.. kesinlikle hayır!.. en azından bana geri yollamayın noolur.. isteyen alsın arı-duru kullansın onu..

saçmalamaya başlayan beynim rahatlıyor.. en mutlu olduğu anlar da bu zaten.. hazır mutlu olmuşken, şu düşman düşünceye bir de dışarıdan bakayım diyor.. bakıyor yerinde mi diye.. evet yerinde, ama sesini kesmiş.. uykusu gelmiş belli, öyle kıvrılıp kalmış bir köşede.. yazık onaaa.. sen mi takılıp kalacan benim mısır tanelerini düşünebilen beynime?.. hiç şansın yok, sen bir tane değilsin çünkü..

zavallı şey diyorum kendi kendime.. o benim düşüncem, o bir zavallı.. ben de zavallıyım, onu çıkarmışım ortaya..şunun haline bak!.. nerede koskoca bir mısır tanesi, nerede sen?.. aslında sizin için bir fikrim var, hadi gel durma orada bir başına garip garip.. boyundan büyük işlere kalkışma.. gel oyna şu mısır tanesiyle, ya da o seninle oynasın.. birlikte zıplayın durun.. ama çok bağırmayın, başım ağırıyor sonra.. düşünmem gereken çok şey var.. daha önemli, daha az üzen, daha faydalı ve daha güzel şeyler..

evet ya.. benim kesinlikle kafamı bir şeylerle meşgul etmem gerekiyor.. yuvarlanan renk renk bilyeler olabilir mesela.. ya da çakıl taşları..

Çocuk oyunu


Bazı bilimkurgu öyküleri nasıl başlar bilirsiniz.

"Geldiler. Onlar uzayın bilinmeyen bir köşesinden, dünyamıza geldiler."

Nasıl haklılar anlatamam! Gerçekten geldiler. Hem de uzayın bilinmeyen bir köşesinden, ama yüz binlerce yıl önce. Onlar galaksinin en zeki çocuklarıydı. Bir okul gemisiyle kapsamlı bir uzay turuna çıkmışlardı. Ana gemiden minik bir gemiyle ayrılmışlar ve minik bir uyduya taş toplamaya gidecekleri yerde, nasıl olduğunu anlayamadan kaybolmuşlardı.

Minik gemide beş öğrenci, beş acayip zeki öğrenci vardı. Zaten onlar özellikle bir araya toplanan, galaksinin umudu olan üstün yetenekli çocuklardı. Ama sonuçta çocuktular işte. Yaramaz, sevimli.

Kaybolduklarını ilk anlayan G oldu.

"Kaybolduk galiba!" dedi.

D ise kesinlikle buna karşı çıktı.

"Hayıır!" dedi.

Y, her bir aleti ve her bir düğmeyi kontrol etti. Sonra uzaya derin derin baktı ve "Hıı, kaybolmuşuz" dedi.

"Bu gemi kaybolmaz!" dedi D.

"Nasıl oldu bu iş?" dedi K.

"Bilmiyoruz!" dediler diğerleri.

Durumu kabullenmeleri biraz sürdü. Ee kolay değildi tabii, galaksinin en gelişmiş uygarlıklarının yaptığı gemilerin öyle pat diye kaybolması.

Sonunda hepsi "Kaybolmuşuuuz!" dediler.

Ve ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Önce nerede olduklarını bulabilirlerse iyi olacaktı. Sonra geriye dönmeyi başaracaklardı, sonra da anılarını yazacaklardı. Birden G'nin aklına bir fikir geliverdi. "Yaa ne diyorum, biliyor musunuz? Haydi gelin en yakın gezegene gidelim!"

"Tamam" dedi K. "Eğer ilkel birilerini bulursak eğleniriz belki."

"Oleee!" dediler.

En yakın gezegen bizimkiydi. Geldiler. Ama ne ilkel canlılar buldular ne de uygar. Bitki var mıydı bilmiyorum, ancak ortada dolanan herhangi bir canlı türü yoktu işte. Hevesleri kursaklarında kalmıştı, çok sinirlendiler.

Y dedi ki "Burada hiçbir şey yok!"

Diğerleri "Görüyoruz!" dediler.

Y dedi ki "Biz yapsak?"

Diğerleri "Neden olmasın?" dediler.

O günlerde kendi uygarlıklarında bir moda başlamıştı zaten. El değmemiş gezegenler bulunuyor ve çeşitli yaşam biçimleri tasarlanıyordu. Hatta son zamanlarda bu işin sanat yanı ağır basmaya başlamış ve en değişik canlıları tasarlayanlara ödüller verilir olmuştu. Beş öğrencinin bu modayı yakından takip etmediklerini kimse iddia edemez sanırım. Ama onların bir farkı vardı. Onlar sadece izleyici değillerdi ki, bunu yapabilecek yetenekte çocuklardı. Güle oynaya yaptılar sonunda.

O güne kadar en fazla üç canlının tasarımı yapılırdı boş gezegenlerde. Çok dikkatle tasarlanırlar, uzun araştırmalarla ve büyük bir dikkatle uygulanırlar ve sonra da kendi hallerine bırakılırlardı.

Ama bizim çocukların en fazla üç canlı gibi bir takıntısı yoktu. İçlerinden gelen, akıllarına düşen, kabuslarını süsleyen ne varsa, bir bir ortaya çıktı. Ve, bir türe de zeka denilen belalı yeteneği bağışladılar. Ee tabii bu zekanın, onların sahip olduklarıyla boy ölçüşecek bir yanı yoktu. Sadece zamanla gelişecek, belki de hiç gelişmeyip yerinde sayacak bir şeydi.

Her neyse…

Daha zeki canlıların tasarımı tam bitmemişti ki, sıkıldılar. Tüm çocuklar gibi. Toplanıp gittiler. Onlara ne olduğunu bilmiyorum. Bir kurala uyduklarını biliyorum sadece. Bizi kendi halimize bıraktılar. Bana inanmak istemeyebilirsiniz, ama bir bakın Dünya’ya. Size de bir çocuk oyununu anımsatmıyor mu?

Yapacaktık!

Onunla bu dağ başına yerleşmeye karar verdiğimizde, ikimiz de bunun çok kolay, çok keyifli ve inanılmaz bir şekilde mutlu edici olacağını sanıyorduk. Bildik nedenlerin dışında, temiz havanın, sessizliğin, kuşların ve derenin dışında, sadece o ve sadece ben olacaktık.

Derenin ve kuşların bize yeteceğini, bizim birbirimize yeteceğimizi ve geriye kalan her şeyin, bizi ancak uzaklardaki bir gök gürültüsü kadar ilgilendireceğini düşünmüştük. Domatesleri ve biberleri, sevdiğimiz meyvaların ağaçlarını, reçel yapmanın inceliklerini ve toprağın kokusunu sevecektik. Çıplak ayaklarımızla o toprağın üzerinde yürüyecek ve birbirimize “bak işte bu insanı rahatlatan iyi bi şeymiş” diyecektik.

Her iki baharı da bekleyecektik. Yazın bunalmayacak, kışın ürpermeyecektik.

Onunla ben, bu dağ başında her şeyden uzak yaşayacaktık.

Köyün sınırına yakın bir ev bulduk. Ev dememizin nedeni, bir eve benzemesinden çok, benzememesiydi. Ona ev diyecektik ama onun asla bir eve benzemesine izin vermeyecektik. Belki zamanla daha güzel bir isim bile bulabilirdik.

İsimli ya da isimsiz tüm eşyalarımızı, bilinen tüm tasarım kurallarıyla dalga geçer gibi yerleştirip, sonra da kendimizle kafa bulacaktık. Bizim gibi insanların alışkanlıklarına kendini bir aptal gibi hissettirecek her ne varsa, hepsini büyük bir keyifle yapacaktık.

Aptallığın nasıl bir mutluluk olduğunu, kendimizi çok akıllı sanarak tadacak ve “aşmışız biz, işte olay bu abi!” diyecektik. Hatta, içilebilir türde bir şarap yapıp yapamayacağımızı sorgulayacak, sonuçta elde edebileceğimiz olası sıvıların, şarapla benzeşim oranını gözlemleyecek ve o sıvın bu gözlemi kimin aracılığıyla yapacağını tartışacaktık.

Biz, o ve ben, ölmeden önce son bir kez daha sevecektik.

Köyün sınırına yakın evde bir gece boyunca konuştuk. Sabah oldu, güneşin doğuşunu kendimizden geçerek izledik. Başka sabahlarımız da olacaktı.

Yapacaktık, tüm bunları yapacaktık. Ben o fareyi görmeseydim!

Mehmet


Geceydi ve karanlıktı, ama gerçekten karanlıktı. Ne gökyüzünde, ne yeryüzünde hiçbir ışık yoktu. Ay batmış, yıldızlar kayıp, evler soğuk, karanlık...

İşte böyle bir gecede gördüm onu. Yolun kenarında karanlığa karışmış bir başka karanlık. Başını ellerinin arasına almıştı, tam önünde bir kaplumbağa vardı. Y
anına iyice yaklaştığımda fark ettim neye baktığını. kabuğu koyu, başı koyu, kopkoyu bir kaplumbağaya bakıyordu. Öylece duruyordu ikisi de. Aynı hareketsizlik, aynı orada değillermiş hissi uyandıran sessizlikle.

Yanına oturdum karaltının. Fark etmedi beni, hiç tınmadı. Kaplumbağanın da umurunda değildim besbelli.

“İkimizin de farkında değil bu hayvan” dedim.
“Evet” dedi, “ama biz onun farkındayız işte.”

Sesimi duyduğuna sevinmiştim. O gece, o karanlık gecede bir ses duymaya o kadar çok ihtiyacım vardı ki. Kaplumbağa bile dile gelse, itiraz etmezdim.

İlkbahar gecelerinden biriydi, daha yazlıkların tam dolmadığı, ışıkların yanmadığı, üstelik, yağmur öncesinin kopkoyu bulutlarına teslim olmuş bir geceydi. Mart ayında bir gece. Bir körfezin kıyısında, toprak yolun kenarında, yalnızdım. O karaltı vardı, bir de kaplumbağa.

Sahile yürümüştüm, denize bakmıştım, güneş bir ara batmıştı, anlamamıştım. Bir merdiven vardı oralarda, oturmuştum. Yıldızları bekliyordum, hiçbiri gelmedi. Eve dönerken, anladım ki, karanlık bu işte! Gözlerimin açık ya da kapalı olması neyi değiştirirdi ki? Baktığım hiçbir şeyi göremiyordum. Yolun kenarında oturanı ve kaplumbağayı bulana kadar.

“Nerden çıkmış acaba?” diye sordum. Sanki onun da evinde olması gerekiyormuş gibi, sanki evi "o" değilmiş gibi.

“Benim” dedi...
“Yaa?? Bu kaplumbağa senin mi?”
“Benim”
“Adı ne?”
Mehmet
“Senin adını sormuyorum ki. Onun adı ne?”
Mehmet!”

Birden gülmeye başladım. Ama ne gülme! Sesimin taa nerelerden duyulduğuna eminim. Duyan olduğunu sanmıyorum tabii. Tutamıyordum kendimi. Bir daha da öyle gülemedim.
Mehmet ha!”
Mehmet”.....

Başka bir şey konuşmadık. Kalkıp yürümeye başladım. Evin yolunu buldum galiba. Gece, karanlık ve
Mehmet .

Yaz günlerinde, Mehmet'i aradım. yoktu.

Geleceğe kodlanan mesajlar


İnsan ırkı Dünya'da hüküm sürmeye başlarken ilk özlü sözünü söyledi gitti:

"Çocuklar bizim geleceğimizdir!"

Sadece güdüleriyle yaşayan hayvanların da pek yerinde bir tespitle ve yine sadece güdüleriyle anladığı gibi, bu tespit pek yerinde bir tespitti. Bir ırkın devamı, bir soyun bekası, o neslin çocuklarının yaşamasıyla, büyümesiyle, gelişmesiyle ve bildiği, gördüğü, biriktirdiği ve sakladığı her ne gerekli - gereksiz bilgi varsa hepsini bir sonraki kuşağa aktarmasıyla mümkündü.

Mümkünse, evet en mümkün olanı bu: Mümkünse, duygularını da aktarmalıydı! Ne hissetmiş bu insan evladı ateş yakarken? Şimşekler çakarken ve tanrılara kurban ederken, edilirken? Canı en çok ne zaman yanmış?

Çocuklar, geleceğe kodladığımız mesajlardır. Geleceğe bıraktığımız mesajlardır. Çünkü onlar bu çağın, bir sonraki çağa yolladıkları elçilerdir. Ve, zeval olan elçileridir. Başları yanar doğru kodlanmamışlarsa, çocuklarının da başlarını yakarlar.

Bu çağın çocukları geleceğe ne kodluyor peki? Göz ve gönül belleklerine yazdıkları idam görüntülerini mi misal? Sanal alemin her gerçeği ezip geçen renkli süslü gerçeğini mi? Yükselen trend milliyetçiliği mi? Markaların imajını, savaşların seyir keyfini? Dön dolaş aynı merada otlamanın yeşil, yemyeşil huzurunu mu?

Anılarımızı bile bırakamıyoruz çocuklarımıza. Çünkü anılar kirlenmiş, Dünya gibi. Çocuklar geleceğimiz öyle mi? Devlet yurtlarında bile tacize uğrayan çocuklarımız? On yaşında onlarca sabıka kaydı olan çocuklarımız?

Hangi çocuklar bunlar? Susam Sokağı'nın Kurabiye Canavarı'na, küçük mavi yaratıklara sevdalı olanlar mı? Ya peki bir günlük silah alışı-satışının getirisiyle altı yıl boyunca karınları doyacak Afrikalı çocuklar? Şirinler'i bilmeyenler.

Çocuklar geleceğimiz, umudumuz..

Peki..

Irkçılık

Yüzyıllardır insan ırkının gizli-açık beklediği bir Godot vardır. Kimi tanrı der buna, kimi mesih, kimi kurtarıcı. Bir kahraman da olabilir, bir alim de.. ya da Superman! Aslında bana kalırsa içimizdeki kaçıp gitme isteğine karşı ürettiğimiz bahanelerin toplamıdır Godot, ama diyelim ki konu ırkçılık olduğunda bu Godot, Superman olsun, yani bir uzaylı.

İnsan ırkı, gecenin bir yarısı başını her göğe kaldırdığında ve yıldızları her gördüğünde sonsuzluğu anlamaya çalıştı bence. Sonsuzluğun bir yerinde, o yıldızlardan birinin etrafında tavaf eden bir gezegende kendi suretini görmek istedi, hayal etti. Sonunda bu hayal sekiz bacaklı azot soluyan varlıklardan, zeki bulutlara kadar aldı başını gitti.. ama aslında aradığı bir başka zekaydı. Çünkü insan, kendini bildiği diğer canlılardan ayıran en önemli farkı anlamıştı sonunda. Fark, zekasıydı, aklıydı.

Kendi ırkının üstünlüğünü birlikte yaşamı paylaştığı diğer canlılara kabul ettirmişti zaten. Diğer canlıların bu pek umurunda değildi ama olsun, insan farkındaydı ya bu durumun, bu da yeterdi. Dünya gezegeninin efendisi insandı. O kadar!

İçini zaman zaman bir korku kaplıyordu. Ya başka gezegenlerin başka efendileri de varsa? Ya onların zekası bizden daha yetkin, daha keskin ve daha hükümdarsa? Ama diğer yandan, şu koca evrende yalnızlığının korkusuyla da yüzleşmeye çalışıyordu. Ya kendisinden başka zeki canlılar yoksa? Ya bütün evrenin tek efendisi kendisiyse? 

İnsan evladı Godot'yu bekleye dursun, bu arada kendi içinde bir efendilik özlemi yapıştı yakasına. Bekle bekle gelen giden bir Godot yok.. Dünyanın hali malum, yunuslara attığımız zeka farkı bile ego tatminini çoktan aşmış gitmiş.Tamam ben de gayet iyi biliyorum, ırkçılığın temelinin üretim ve paylaşım ilişkilerinde atıldığını. Ama şu koca evrene baktığımda, bir başına kalmış hissiyle cebelleşen ne demeye var olduk diye kafayı sıyırmasına ramak kalan insanın, varlığını ve yokluğunu sorgularken saçmalama hakkını kullanmasını anlamaya çalışıyorum sadece.

Çünkü ırkçılığın tanımı, eşittir: saçmalıktır.

Çünkü ırkçılık, günün birinde o beklenilen Superman'nin gelip de gerrçekten mii demesiyle kargaların güleceği bir hale gelecektir.. ve korkarım sadece kargalar gülmeyecektir halimize. Şu gezegeni paylaştığımız tüm canlılar sayemizde gülmeyi öğrenecektir.

Arka bahçemizde oynadığımız kanlı bir oyundur ırkçılık. Evrende muhtemelen esamisi okunmayan insan ırkının kendi içindeki güç ispatıdır. Ve tüm güç ispatları gibi acizdir aslında.

Hepimiz insanız ama eh işte biz biraz daha fazla insanız demektir bir bakıma. Sadece bir reklam sloganı gibi demekle kalsa ehven-i şerdir, ama o zekasıyla her fırsatta övünen insan evladının sayesinde, zekasının da, yaşamının da sonunu getirecek hallere gelmiştir.

Homosefaletus


çok, çoook uzun yıllar önce, orman ahalisinin yaşamında ufaktan değişiklikler başlamıştı.. önceleri kulaktan kulağa yayılan bir söylenti, artık hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tüm gerçekliğiyle ortaya dökülmüş, görenlerin gözlerini yuvalarından oynatmaya yetmişti..

olan şuydu: bir grup maymunumsu yaratık, ayakları üzerine dikilmiş, kendi aralarında birlik oluşturmuş ve orman halkından uzaklaşmaya başlamıştı. onların aletleri, kesen, batan silahları ve açıldı mı bir daha kapanmayacağı ta o günlerden belli olan kocaman çeneleri vardı..

tuzaklar kuruyorlar, orman ahalisinin kendi halinde yaşayıp giden mahluklarına saldırıyorlardı.. hele bir de marifetmiş gibi bu av sahnelerini mağaralarının duvarına çizmiyorlar mıydı, işte asıl herkesi dellendiren de tam olarak buydu.. sonunda onlar, hayvanlardan ayrı bir yaşamları olduğunu ilan eylediler tüm aleme..

dediklerine göre, onlarda başka kimselerde olmayan zeka vardı.. nasıl olduğu pek bilinmiyordu da, farklı bir özellik olduğu ayan beyan ortadaydı işte.. durup iki dakika düşünebiliyordu bu yaratıklar.. aradan bunca zaman geçmesine rağmen torunları bile bazen bunu başaramıyor, biliyorsunuz.. yani durup da iki dakika düşünmek zor bir iştir, o bakımdan ilk atalarımızın bu derin çabasını en içten duygularımızla takdir etmeliyiz diye düşünüyorum..

orman halkını büyük bir şaşkınlık ve hatta dehşete düşüren asıl olaylar, bu zeka sahibi yaratıkların yaptıkları bir takım toplantılarla başladı.. bunlar bir ateş çemberinin ya da ortaya diktikleri direk türü bir şeylerin çevresinde toplanıp, bağıra çağıra dönüyorlar ve acayip kılıklara giriyorlardı.. gökte parlayan yıldızlara, suya toprağa, ay dedeye, kurda kuşa.. akla gelen gelmeyen her türden doğa olayına övgüler düzüyorlardı.. yıldırım yaktığında ateşe, sular yükselip de boğduğunda, yağmurlara, yer gök sallandığında, kayalara taşlara.. uçana, kaçana, gece batan güneşe, gündüz doğduğunda yine güneşe, tapıyorlardı..

sonraları duydular ki, bu zeki yaratıklardan biri "biz nasıl oldu da olduk?" demeye başlamış.. bir diğeri de "ee peki, ölünce ne oluyo acep?" diye kafa patlatıyormuş.. aralarında başlattıkları tartışma daha sürüyor.. belki bu yaratıkların, kartalın kanadından ya da ateşin yalazından medet umma devri çoktan geçti gitti ama, şimdilerde bir bilinmeze havale ediliyor her şey..

her neyse, konuyu dağıtmayalım.. zamanla toprağı ekip biçme işlerini bir güzel becerince, yerleşmeye karar verdiler bir su kıyısına.. kuşaklar boyu çalıştılar, toprağı sahiplenmeye başladılar..

genellikle ilk uyanan yapıyordu bu işi.. sonra da burayı diğerlerine karşı korumaya geliyordu sıra.. toprağın altından sadece ot çıkmıyordu ki, öyle yenmez içmez şeyler buldular ki, çok işlerine yaradı bu yeni ürünler.. eğip büküp, ısıtıp soğutup, şekiller verdiler.. uzun mızraklar, bıçaklar, kılıçlar.. eh! artık topraklar daha rahat korunuyordu..

efendim.. sonracığıma sıra geldi elbette ki, ellerindeki toprağı evlatlarına devretme ayrıntısına.. ayrıntı dememe bakmayın, o soruna getirdikleri çözüm hala kadın-erkek tüm insanların başına bela kesildi.. tabii ki evlilik kurumundan söz ediyorum.. erkekler tarih boyunca tek bir şeyden emin olmaya çalıştılar: "bu çocuk benden mi acaba?" malını mülkünü, toprağını ürününü, asıl önemlisi adlarını bırakacakları için, hak vermek gerekir ki, bilmeleri gerekiyordu.. evlilik kurumu bunun tam garantisi oldu mu bilinmez ama, çok büyük bir ölçüde sorun halledilmişti..

ve, ölümü kutsadılar.. ölmeyi özlediler, en az korktukları kadar.. tarihin en büyük masalları kocaman insanlara anlatıldı, mışıl mışıl uyudular.. daha uyuyan var mı? doğrudur.. zaten insanın insana ettiğini, daha iyi başaran başka bir tür çıkmadı ortaya..

bakın tür dedim de aklıma geldi.. bizim ormanın ahalisi artık insan gördü mü kaçacak uygun bir delik arıyor.. eskiden daha kolay bulurlardı o delikleri.. ama şimdilerde, ağaçlar, sular, dağlardaki kayalar, derinlerdeki mercanlar, yeraltının büyüsü, çiçeklerin kokusu azaldı.. gitti gidiyor.. bir delikleri bile yok yani..

ah bu insan evladı ah! ne çabuk unuttular içinden çıktıkları doğayı? başlarına yıkılınca mı akıllarına geliyor bu meretin de bir dengesi olabileceği? asabını fazla bozmamaları gerektiği? havaya, suya, zehir.. yerin altına anlamsız boşluklar.. sincapların yuvalarına yol, villa..

nerede kaldı o farklı özellik?
ne diyorlardı adına?
zeka mı??

Kleopatra


Mars ile Jüpiter arasında yer alan asteroid kuşağının sebebi hikmeti olan devasa gök taşının kadim zamanlardaki adıdır.

Rivayet muhteliftir ancak, en kıdemli rivayetin kelamı şu yöndedir:

Bu kuşağın yerinde bir zamanlar bir gezegen vardı, sonra Kleopatra gelip bu bahtsız gezegene olanca hışmıyla çarptı. Gezegen binlerce parçaya ayrıldı, yayıldı boşluğa. Ama parçalar fazla uzaklaşamadı ve toplu halde dolanmaya başladılar.

Hiçbir parça yeniden tüm olamadı, Kleopatra'yı unutmadı, unutturmadı. Mevzuyu makul bir mesafeden izleyen Dünya bu ismi ortak belleğine kazıdı.

Kaynak: Mesafe tanımayan arsız Kleopatra parçacığı. (Dünya'ya sıçrayan parçacığın olanı biteni bi rakı sofrasında anlattığı rivayet edilir.)

Asimov ve ben

Asimov'un kurguları gerçekleşiyor mu?


"saros semalarında uçan daire görecem diye geceler boyu gözümü arşa diktim. anneannem çocukluğunda uçan daire görmüş. erzurum'da. yani gördüğü şeyin uçan bir şey olduğu kesin. ayrıca bu uçan şey "ölee renkler içinde döndü gittiii.." şeklinde anlatıldığı için hafızada yer etmiş. bunu anlatan anneannem doksan yaşını geçmiş bir kadın. çocukluğu?.. erzurum?.. hani o zamanda ölee renkli ışıkla, uçan şeyler? diye gayet bilimsel çıkarımlar eşliğinde düşünüldüğünde, durum ilginç oluyor haliyle.

anne, gece saat dokuz itibariyle televizyon izleme moduna girdiği için, bahçe ve yıldızları bana kalıyor. zaten ben bu yıldızlara baka baka, uçan daire görmüş bir kadının torunu olarak fizik sınavı öncesi asimov okuya okuya bu hallere geldim. bir hayalim var: ben de bir gün torunuma "ölee renkler içinde döndü gitti.." demek istiyorum. ailede hatırı sayılır miktarda çatlak var, arada kaynar giderim nolacak?"


uzun zamandır vefa borcumu ödemek istiyordum. çünkü fizik derslerinden ikmalsiz geçtim hep. bir de, hayal kurmayı ve hayalleri yazmayı seviyorsam, asimov benden önce yaşadığı ve yazdığı içindir. (ancak bu hayal faslında tek gerçek aşkım douglas adams'ın yeri yurdu bi başkadır. özellikle belirtmek isterim, çünkü öte alemde buluştuğumuzda mahcup olmak istemem) hakikaten ben asimov okuyarak büyüdüm. ve büyüdükçe, büyürken anladım ki, isaac asimov sadece beni değil, bütün dünya'yı etkilemiş. onun kurguladığı gelecek, "geleceğimiz" olacak sanki.

bu yazı hiçbir araştırmaya dayanmıyor. bunu özellikle belirtmek istiyorum. yani hayat hikayesi anlatayım, eserlerini tanıtayım diye bi derdim yok. gel-git kafamın izin verdiği ölçüde, belleğimin ve izanımın yardımıyla aklıma eseni yazacağım bu fasılda. tıpkı onun gibi. şimdi ilk aklıma gelen bu oldu. asimov sanki, bir yerden başlardı anlatmaya sonra başladığı yeri unuturdu. o sözler dolanır durur, uzun uzun açıklamalara, elmayı her açıdan göstermelere ve hatta lezzetini bile tarif etmelere dönüşürdü. yav ne söleyeceksen söyle be adam diye çok dellendiğimi hatırlıyorum. çünkü merak ettirmeyi başarırdı. uzamasın, hemen ne olduğunu söylesin isterdim ben de. zamanla anladım ki, onun hikayeleri de romanları da birer kurgu şaheseri.

bi ton kısa ya da uzun öykü yazmış. hemen hepsini okudum. hatta böyle hap gibi çok kolay okunup anlaşılabilecek bilim kitaplarını da okudum. asimov sadece yazar değil, bilim adamıydı aynı zamanda. o bakımdan, yazdıkları da kayda değerdi haliyle. ama yazdığı her şey bir yana, robot ve vakıf serileri diğer bi yana! hatta her yere, her zamana. bu seriler yazılalı neredeyse yarım yüz yıl olmuş. o kadar yıl geçmiş üstünden, matrix dahil o kadar bilimkurgu yapıtı yazılmış, çizilmiş, çekilmiş, oynanmış, izlenmiş. hatta zamanında bilimkurgu romanlarında kurgulanan teknoloji ile yapılmış bunlar. ama bence bir asimov daha çıkmamış. yani sanki söylenebilecek her şeyi asimov zaten söylemiş.

tamam adam kahin değil elbette. hatta düşünemediği, hayal edemediği çok önemli bir şey var. bilgisayarların ufalıp da cebimize girebileceğini aklının ucundan bile geçirmemiş. onun devasa bilgisayarı, neredeyse bir şehir büyüklüğündeki :multivac! her bi şeyi yapıyor multivac, ama hakikaten inanılmaz büyüklükte bir bilgisayar. androidlerin babası, bunu düşünememiş işte. ayrıca, günümüzdeki haliyle interneti de kurguladığını sanmıyorum. ancak bir tür msn'i (hem de üç boyutlu görüntüleri, hologramları, konferans sistemleriyle) gayet başarılı kurgulanmış.

robot serisi herkesin malumudur. "ben, robot" denilince yok duymadım diyeni çıkmaz sanırım. bir de o meşhur üç robot kuralını. kesinlikle iddia ediyorum ki, bir gün seri halde bu dünyada robot üretmeye başladıklarında, bu kuralların aynısı, ya da çok benzerleri o robotların mikro bilmem nerelerine kazınacak. robot faslını vakıf serisine bağlamak istiyorum. bence asıl ilginç hadise buradan başlıyor çünkü.

ama önce çok önem verdiğim bir şeyden söz etmeliyim. susan calvin ve ne yazık ki şimdi adını unuttuğum bir başka roman kahramanı kadın. susan calvin robotları "robot" yapan bilim insanı. ve diğer kadın da, "sıçramayı" buluyor. yani hiper uzayda bir noktadan, çok ama çok uzaktaki başka bi noktaya bir "an"da gitmenin yolunu. öyle önemli bir buluş ki bu, sayesinde insan evladı galaksiye yayılabiliyor. çünkü artık o muazzam mesafeler sorun olmaktan çıkıyor.

işte asimov, insanlığın gidişatını kökünden değiştirecek bu iki buluşu, kadınlara yaptırıyor. çok mu önemli bu? evet, hakikaten çok önemli. o kadar önemli ki, üzerine tek söz söylemek bile istemiyorum.

robot daneel olivaw...

r.daneel, bir android. insan benzeri bir robot. hatta birebir insan gibi, insandan asla ayırt edilemeyen bir robot. ve bu robot, o uzun vakıf serisinin, serinin öncü romanlarının birinde "telepat" oluyor. düşünceleri okuyor ve daha da önemlisi, düşünceleri etkileyip değiştirebiliyor. nice kuşak insan ölüp giderken, uygarlıklar kurulup yıkılırken, binlerce yıl ayakta kalmayı başarıyor. gün geliyor, kendine "insanlığı selamete erdirme" misyonu yüklüyor.

ama bir engeli var: robot yasaları! "bir robot bir insana zarar veremez..." diye başlayan meşhur yasalar. bir insanın düşüncelerini değiştirmek, kafasıyla oynamak o insana bir şekilde zarar vermektir elbette. ama r.daneel, yasalardaki "insan" tanımını, "insanlık" ile değiştiriyor. yani diyor ki özet olarak: "insanlık" önemlidir.

hatta asimov diyor ki, en sonunda: "yaşam" önemlidir. her organizma birbirinden haberdar olsun, dinlesin birbirini, duysun, anlasın ve gerçekten "birlikte" yaşasın. vakıf sersinin bir yerinde ortaya çıkan ve insanlığın geleceği için tercih edilen gaia gezegeninin yapısı budur. insan, hayvan, bitki, su, taş toprak, hatta hava bile birbirini dinler, hisseder, duyar. koskoca gezegen, aslında tek bir organizmadır! işte insanlığın geleceği de bu yolda ilerlemelidir. ve galaksinin o dönüp duran sarmal kollarını, evrende ilerleyişini düşünür, tıpkı o tek gezegen gibi olmasını ister, bütün galaksinin.

onlarca yılın kurgusudur vakıf serisi. şimdi böyle anlatılmaz ki. sadece şunu söyleyebilirim, tıpkı robotların sahne almaya başlaması gibi, tıpkı dünya nüfusunun artıp da alt alta üst üste yaşayacağımız günlerin çok yakın olması gibi, kaynaklarımızın kuruyacağı ve sentetik besinlerle besleneceğimiz gibi, dünya yörüngesinde dönen uzay şehirleri gibi. vs.. vs.. haa en önemlisi "çelik mağaralar" gibi. asimov'un hemen her kurgusu gerçekleşme yolunda. bu adam bunları yarım yüz yıl önce yazdı. tıpkı çok daha önce ilk nükleer denizaltını kurgulayan jules verne gibi. nautilus! hani ilk nükleer denizaltına ismini veren "kurgu" gibi.

her şey bir yana, ama gerçekten tüm romanları, tüm öngörüleri, tüm kurguları bir yana.. sadece bir kısa öyküsü için asimov "iyi bi şeydir" !

dünya'da parçaları üretilen ve birleştirilip kullanılsınlar diye görev yerlerine gönderilen robotlar vardır. bu robotlar dünya yörüngesinde dönüp duran bir uzay istasyonuna gönderilirler. orada da robotlar vardır bütün işleri gören. bir tür araştırma uydusudur aslında bu istasyon. gelen parçaları yine robotlar birleştirir. arada bir insanlar uğrayıp, onları kontrol ederler ve araştırma sonuçlarını alırlar. işte burada "yaşama başlayan" robotların "tanrı nedir?" tartışması üzerine kuruludur bu kısa öykü. okumak lazım;)

asimov'u okumak lazım,

her satırını.


Not: Bu yazım, Ekşi Sözlük'te daha önce yayınlanmıştır..

Sanal tanrılar


dünya'dan biraz daha büyük bir gezegende sadece birkaç yüz insanın yaşadığını düşünün.. evet, bunlar bildiğiniz insan işte.. binlerce yıl sonrasından söz ediyorum tabii.. bir "asimov" öyküsü anlatacam, dinler misin?.. bu öykü, belki de insan soyunun "sonunu" anlatıyordur, kim bilir.. bence kaale almakta fayda var..
gezegenin adı solaria.. insan evladının evinden ayrılıp da galaksiye yayılmaya başladığı çağlarda yerleştiği ilk 50 gezegenden, sonuncusu.. o yüzden, çok daha sorunsuz ve bir bakıma "elit" bir yerleşim olmuş.. yani, zaten çok az sayıda insan gitmiş bu gezegene.. ama, tıpkı diğer gezegenlere olduğu gibi ona da yanlarında sayıları yüz binleri bulan robot orduları götürmüşler.. ordu dediğime bakma, bomboş gezegenler bunlar.. ortada insana ciddi zarar verecek bir şey yok.. olanı da, gezegene insan ayağı değmeden hallediliyor zaten..

koskoca gezegene rahat rahat yerleşmişler, ve mümkün olduğu kadar birbirlerini görmemeye çalışmışlar.. kulağa çok saçma geliyor değil mi?.. ama şöyle düşünelim bir de, şu an bile bi sorsan insanlara, büyük bir çoğunluğu "çekip gitmek istiyorum" der.. kalabalıklardan kaçar, şehirden kaçar, medeniyetten bile kaçar bazen.. işte solaria'ya giden insanlar da bu "kaçan" insanlar.. devirlerinin en asosyal, en insan ve etkinlik kaçkını tipleri..

ancak bu insanlar çok uzun yıllar sonunda öyle bir hale geliyorlar ki, kendi eşlerini bile mecbur kaldıkça ve, dokunmaktan neredeyse utanç duyarak görüyorlar.. yüzlerce yıldan söz ediyorum ama.. yani zaten sosyal yaşam özürlü insanların, kaça kaça geldikleri en son sığınaktan söz ediyorum.. bu öyle bir yer ki, sonunda, en sonunda bu insanları çift cinsiyetli yapıyor.. ayrıntıları uzun ve sıkıcı, anlatmaya gerek yok.. sonuç olarak, üstün bir teknolojinin ve muazzam robot desteğinin yardımıyla, çocuklarını bile ekranlardan izleyerek büyütüyorlar..

dadı robotlar var, öğretmen robotlar var, her tür robot var işte.. bağda bahçede çalışanı, devasa malikanelerde çalışanı, fabrikalarda çalışanı, güvenlikte vs. vs.. her yer robot kaynıyor, ama insan, toplasan bin bilmem kaç tane.. bildiğin tane hesabı yaşama, milyonlarca zeki robot..

ve bu insanlar, birbirleri için "sanal" olarak "varlar".. sadece ses ve görüntü olarak varlar..

ve çok ilginç bi şey söyleyeyim, o ilk yerleşilen 49 gezegende kurulan medeniyetler bir bir yıkılırken, yerleşenler, 300 yıla çıkardıkları dertsiz tasasız ve mikropsuz hayatlarında sıkıntıdan patlayarak yok olurken, geriye sadece solaria kalıyor.. sadece solaria'da yaşam bitmiyor, hatta, dünya'nın bile unutulduğu çok uzun yılların sonunda, galaksiye yayılan insan ırkının soyunun devamı için bir tür "kurtarıcı" oluyorlar.. aslında içlerinden sadece biri oluyor, bir çocuk.. tüm umutların simgesi olan, "çocuk"..

solaria halkını kurtaran "soyutlanmış" olmaları mı acaba?.. sadece kendilerine ve robotlarına "gerçek", ama kalan her şeye "sanal" olmaları mı?.. yalnız kalmak istemeleri mi?.. ne garip değil mi, mutlak yalnızlık isteyen ve bunu en uç noktada başaran insanların "kalıcı" olmaları?.. sana da garip, olağanüstü ve çok etkileyici gelmiyor mu?..

hadi itiraf edelim, sanki biraz "tanrı" gibiler, değil mi?.. soyut, dokunulmaz ve ziyadesiyle yaratıcı!..

ve belki de, insan evladının sanalı bu kadar sevmesinin nedeni, tanrı'ya benzemek istemesidir.. onun yalnızlığına, tekliğine ve tek bir "dokunuşla" var ya da yok edebilmesine özenmesidir!.. kendine "kullar" (bildiğin robot, misal "asimo".. ne berbat bi isim seçimi) yaratmak istemesinin nedeni de budur belki, kim bilir?.. ve yarattığı bu kullara, kendi özelliklerinden bahşetmesinin nedeni de.. zeka ve ona dair her şey...
...
Not: Bu yazım, Ekşi Sözlük'te daha önce yayınlanmıştır..

23.1.09

Kurbanlık yazı

insan evladının savunma mekanizmaları akıl alır gibi değil.. psikolojide işlenen “savunma mekanizmaları” bölümünü konu dışında tutarak diyebilirim ki, kendimizi savunurken bulduğumuz ilk yollardan biri, taş ve mızrak dışında.. ilahlara kurban vermekti.. hani belki, ilahlar verilen hediyeden mutluluk duyar ve bizleri yıldırımlarından uzak tutardı.. hediyeler çok çeşitli kalemlerden oluşsa da en etkileyicisi kuşkusuz bir can kurban etmek, kan akıtmaktı.. akan kanın hangi ilahın hangi derdine deva olduğunu bu güne kadar kimse çözemedi.. ya da kurban verenin bu işten ne fayda gördüğünü.. çoğu zaman çaresizlikten, kimi zaman yetersizlikten ve zaman zaman da ayinlerden alınan zevkten olacak, kurban etme alışkanlığı binlerce yıldır zeka sahibi insanların her bir noktasına yerleşti.. hayvanlar aleminin aklı, kurban vererek yem olmaktan kurtulmaya kesmediği için onlarda bu tür bir uygulamaya rastlanmadı..

bizler ilahlara insan kurban etmekten, hayvan kurban etmeye varan yolda büyük başarılar elde ettik.. bir bakıma şanslı olduğumuzu düşünüyorum.. yoksa, inançları öyle emrettiği için kafamızı taşa yatırıp doğramak isteyenlerin elinden zor kurtulurduk.. şimdi, bizler inançlarımızın emrini havyan boğazlayarak yerine getiriyoruz.. bunu dualarla, törenlerle, açık ya da kapalı alanlarda temizlik kurallarına uyarak ve mümkünse çocuklarımıza göstermeden yapmaya çalışıyoruz.. yardımseveriz, açları yılda bir kere doyuruyoruz.. kurban derilerini bağışlayacak kurumları yine inançlarımız doğrultusunda seçiyoruz.. evet çok yol aldık, artık uygarız..

kurban olmaktan kurtulduğumuzu sanıyoruz, bizim yerimizi alan hayvanlara şefkatle yaklaşıp gözlerini bağlıyoruz.. başlarını okşayıp tekbir getiriyoruz.. onlara teşekkürlerimizi sunuyoruz, yerlerimizi aldıkları için.. ama bana kalırsa fena halde yanılıyoruz..

kuş gribini biz yaratmıyoruz ama hasta hayvanları çocuklarımıza yedirerek onları kurban ediyoruz.. bu sefer göklerden inecek bir başka canlı da yok.. doğanın dengesiyle oynadığımızda sahip olduğumuz aklın “bize bir şey olmaz” tarafını kullanıyoruz.. trafikte, depremde, hastalıkta ve sağlıkta aklımızı kurban ediyoruz.. savunmayı gerektirecek her durumda zekamızın yeterli olabileceğini keşke söyleyebilseydim.. ancak görünen o ki, savunulacak hale gelmemize sebep olan bir çok belanın oluşumuna yine o çok övündüğümüz “zeka sahibi olma” özelliğimiz yol açıyor.. ve zekamız, verdiğimiz kurbanlarla bileniyor.. aklımız başımıza geliyor mu?.. bilmem, belki inanç için kan akıtmaktan vazgeçersek, her ne sebeple olursa olsun “kurban” edilecek bir şeylerin olmaması gerektiğini anlarız..

Sinema sosyolojisi ne işe yarar?



İzlediğim ilk sinema filmini doğrusu hatırlamıyorum ama büyük bir olasılıkla Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler ya da Külkedisi olmalı. Her ikisini de aynı dönemde izlemiş olmalıyım. Daha önceleri defalarca bana okunan, anlatılan bir masalı, benim düşlerimde en küçük ayrıntısına kadar yaşatmaya çalıştığım kahramanları ve özellikle de o yakışıklı prensleri kanlı canlı karşımda bulmam kim bilir beni nasıl etkilemişti?..

Sanırım o zamanlar sinemayla ilgili ilk izlenimim, benim düşlerim ile başkalarının düşleri arasında bazı farklılıklar bulunduğuydu. Öyle ya, benim yakışıklı prensim filmde hiç de cazip durmuyordu. Cücelerim sevimsiz, hele Pamuk Prenses ve Külkedisi içler acısıydı. Tabii bu izlenimde minik bir kıskançlık ve bolca da onların bana hiçbir şekilde benzememesinin payı olsa gerek. Her neyse, sonuçta sinema, demek böyle bir şeydi..

Aradan kaç yıl geçti hatırlamıyorum, bir gün bir yerlerde okuduğum bir şey bana “Yapma yav!” dedirtti. Okuduğuma göre bu iki masal ve filmleri küçük kızlara aslında diyormuş ki: “Bakın minikler, ilerde siz de böyle yakışıklı ve zengin bir koca bulmak istiyorsanız, işte böyle olacaksınız. İyi, nazik, güzel, sevimli, alçakgönüllü, söz dinleyen, yumuşak başlı, iyiliksever ve ve …” Öf sıkıldım!.. Ha! bir de sabırlı!.. Aslında sadece kızlara değil delikanlılara da epey bir şeyler söylüyormuş ama onu da onlar düşünsün.

“Sinema Sosyolojisi” denilen şeyle benim ilk tanışmam böyle oldu herhalde. Elbette ki resmi bir tanıştırılma söz konusu değildi. Ancak göz aşinalığı diyebiliriz. Resmi olarak tanıştığımda şöyle bir şey duydum: “Her şey her şeye bağlıdır. Bir şey olmazsa hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.”

Sinema Sosyolojisi’nin “Aslında ne diyor?”, “Neden böyle anlatıyor?” gibi soruların yanıtını araştırdığını düşünüyorum. Simgelerle uğraşıyor, göndermelere güveniyor, filmin çekildiği zamandan başlayıp mekana, konuya, yazana, oynayana, ne giyindiklerine ve nasıl aydınlatıldıklarına kadar her veriyi inceliyor.

Böylece ‘temel anlam düzeyi’nden başlayıp, ‘yan anlam düzeyleri’ne ulaşıyor. Sonuçta her karesine gerekli özeni gösterip filmi çözümlüyor ve insanlara diyor ki: “Öyle her gördüğünüze inanmayın. Bu film aslında ‘bunları, bunları’ söylüyor!.. ‘bunları’ da ‘bunun’ için söylüyor ve sizi haince aldatıyor. Rahatladığınızı sanıyorsunuz değil mi? Mutlu oluyorsunuz. Yanılıyorsunuz!.. Bir kandırmacayı yaşıyorsunuz.. Aslında, farkında mısınız bilmem ama yönlendiriliyorsunuz. Ne haber?!”

Bunları söyleyen Sinema Sosyolojisi, işte tam da bu noktada işe yaramaya başlıyor. İnsanları dürtüklüyor, itekliyor hatta hızını alamayıp bazen tepe-taklak ediyor. Planlayarak düşünmeye azmettiriyor. Bunları yaptıkça da sinemayı bir sanat olmaktan çıkarıyor sanki. Çünkü sanatın “Toplumlar için öncü bir güç olduğu” ve “İnsanları aydınlatma, düşündürme, doğruya ve güzele yöneltme gibi bir sorumlulukla çevrelendiği” tanımlamalarıyla büyüyenler: “Eğer sinema bize yalan söylüyorsa, sanata da ihanet ediyordur!” diye düşünebilirler. Yani sinema hem mevcut ‘lanetli’ düzenin devamı için sinsice çaba harcayacak, hem de hiçbir sıkıntı belirtisi göstermeden “Ben 7. sanatım!” diyecek?.. Tam olarak bilemiyorum ama bu günlerde kafamı kurcalıyor bu soru. Belki de Sinema Sosyolojisi’nin bir marifetidir bu, bilemem..
Sonra…

Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Benim sinema filmi izleme keyfim sizlere ömür! Hatta reklam filmleri, klipler, afişler, fotoğraflar ve yağlıboya resimler bile tat vermiyor. Vesikalık fotoğraflardan da kuşkulanmaya başladım.

Eskiden o mutlu günlerimde örneğin, dikey çizgilerin ve çaprazların, o karmaşanın insanın üzerinde yarattığı gerilimi bilmeden, ağız tadıyla gerilmekteydim. Ama şimdi? Ne yani, bana ne yapmak istediklerini bile bile mutlu mu olmalıyım? O uzun gölgelerin neden kullanıldığını bilerek ya da tam o anda giren melodinin, başlamak için neden tam da o anı seçmek zorunda olduğunu anlayarak, nasıl keyifleneyim?

Yaram taze onun için fazla deşmek istemiyorum. Yoksa daha çok örnek verebilirdim bu konuda, ancak yüreğim dayanmıyor. İşte bu dayanılmaz durumu biraz çekilir hale getirmek için “Aslında ne diyor?” oyunu oynuyorum. Evet, keyif vermeye başladı ama bazı sakıncaları var tabii. Öncelikle birçok şeyin aslında ne demek olduğunu daha tam olarak anlayamıyorum. Okuyup öğrenmek gerek. Yine de bir filmi izleyerek toplumun ne halde olduğunu ya da insanlara bakarak: “Hıım.. Bunlardan çıksa çıksa şöyle bir film çıkar” deme yolundayım. Bakalım zaman gösterecek?..
Ve zamanla..
1) Hiçbir filmin eski tadı olmayacak.
a) Beni bir tür ‘keriz’ yerine koyanların niye koyduklarını bileceğim.
b) Beni insan yerine koyanların niye koyduklarını da bileceğim.

2) Bende bir paranoya başlayacak. Filmden, klipten, afişten, fotoğraftan, resimden ve derken, derken… karşıma çıkan insanlardan bile huylanmaya başlayacağım. İçimden yükselen, o ısrarcı ses şöyle diyecek bana: “Çözümle onu!” Mesleki açıdan durum pek parlak gözükmüyor. Bildiklerimi ve bileceklerimi uygulayarak insanları etkileyebilirim. Onları akıllarının ucundan bile geçmeyen şeylere yönlendirebilirim. İstediğimi yedirip, istediğimi giydirebilirim. Onlara seyrederek mutlu olacakları filmler çekebilirim, şarkılar söyleyebilirim. Ben var ya ben!, onları ertesi güne hazırlayanların arasına katılabilirim! İşin acı tarafı bunu yaptığımı bile bile yine de bunu yapabilirim. Kötü bir düş gibi..

3) Başka ne yapabilirim? Bildiklerimi insanları ayıltmak! için kullanabilirim belki. O zaman da ben ve benim gibilerin uzun yıllar süren bu çabası sonunda herkes başlarına örülen çorabı anlar. Sonra ne olur?.. Belki yeni bir düzen kurulur, yani anlatamayacağım kadar mükemmel bir düzen. Ütopyalar gerçekleşir belki. Şahane olur her şey, olağanüstü! harika!.. İyi de sonra ne olur? O inanılmaz mükemmellikteki düzeni sürdürmek için birileri durumdan vazife çıkarır. Yeniden bir mekanizma işlemeye başlar. Yeni kuşakları yetiştirmek için, güzelliğin devamı için ve düzenin bekası için. İnsanların yine ertesi güne hazırlanmaları gerekir mi? Hayır, bu soruyu soruyorum çünkü eğer böyle bir şey olmayacaksa ben işsiz kalacağım demektir.

4) Görüldüğü üzere durumum gerçekten vahim. Umarım ilerde şöyle demem: “Sinema Sosyolojisi mi?? Keşke hiç karşılaşmasaydık!”

Özgürlüğün Bedeli


Emmanuel Robles’in “Özgürlüğün Bedeli” adlı oyununda mekan, zaman ve kişiler bellidir. İspanyol asıllı bir Venezüella soylusunun oğlu olan Simon Bolivar 1807 yılında girdiği ülkesini İspanyol istilasından kurtarma savaşımını 1825 yılında, Güney Amerika ülkelerinin bağımsızlıklarını elde etmesine kadar sürdürür. Bolivar Kolombiya’nın ve Peru’nun Devlet Başkanlığını yapar, adı kurtarıcısı olduğu ülkeye verilir: Bolivya.

Simon Bolivar her ne kadar bu aşamadan sonra otoriter eğilimlerini yansıtan ve ömür boyu sürecek bir başkanlık, yetkisiz bir yasama organı ve sınırlı oy hakkı öngören bir anayasa hazırlasa da başarı sağlayamaz. Çağdaşları ulusal devlet modellerini benimserken Bolivar, bir kıta birliği ister ve kendisini bu birliğin dayanağı olarak görür. Gerçekten de 1830’daki ölümüne kadar geçen sürede yaşanan iç savaşlarla kıta ülkeleri ayrı cumhuriyetler olarak bölgedeki yerlerini alırlar.

İşte “Özgürlüğün Bedeli” bu savaşımın bir noktasında geçer. Bolivar’ın başı derttedir ve neredeyse İspanyol askerlerinin eline düşmek üzeredir. Ancak bir İspanyol subayı baskını haber vererek onu kurtarır, kaçmasını sağlar. Bu subay Montserrat’dır ve Bolivar’ın nerede gizlendiğini bilmektedir. Bir diğer İspanyol subayı İzquierdo ise Montserrat’nın ihanetini bilir ve ondan tek bir şey ister: Bolivar.

İzquierdo’nun Montserrat’yı konuşturmak için bulduğu yol kendince pek parlaktır. Pazar yerinden öylesine toplanan altı kişi, Montserrat ile aynı hücreye konulacak ve onlardan canlarına karşılık bir şey yapmaları istenecektir: Montserrat’yı konuşturmak. Eğer Bolivar’ın yerini söyletemezlerse hepsi kurşuna dizilecektir. Oyun altı kişinin tek tek öldürülmeleri, Montserrat’nın inadını kırmaması ve bir altı kişi daha toplanacakken Bolivar’ın kaçtığı haberinin gelmesiyle biter. Montserrat linç edilirken Bolivar Puebla’ya girmektedir.

Oyunun en önemli karakterleri kuşkusuz Montserrat, İzquierdo, Peder Coronil ve altı tutsaktır: Çömlekçi, Tüccar, Anne, Komedyen, Elena ve Ricardo. Montserrat idealleri uğruna ölüme giden hem de peşinden suçsuz insanları da sürükleyen tam bir idealist bana göre. Onun fikirleri her hümaniste parmak ısırtacak kadar insan sevgisiyle şekillenmiş, kendi ülkesine ihanet edecek kadar gönlünü ve gözünü döndürmüş, ne var ki bu uğurda o çok sevdiği insanlardan bir kaçını da feda etmesini engelleyememiştir.

Montserrat özgürlük ister, insanın insana ettiği zulmün bitmesini ister ve bu evrensel değerlere dört elle sarılır. Estragon ve Vladimir gibi o da aslında bir şeyler beklemektedir. İki oyun arasındaki en temel benzerlik de budur zaten. Montserrat’nın beklediği bir kurtarıcıdır. En azından o, kimi neden beklediğinin bilincindedir. Sonunun yakın olduğunu bilir, gelen kurtarıcının kendisine bir hayrının dokunmayacağını da. Ancak Montserrat zaten kendi adına bu dünyada bir şey istememektedir. Onun derdi son tahlilde anlaşılıyor ki uğruna ölüme gittiği idealleri ve ölüm sonrası bir beklenti olarak “Tanrı’nın hoşnutluğu” dur.

Tutsaklardan Anne’ye sıra geldiğinde çözülmeye başlayan dili, Elena’nın attığı sloganlarla bağlanır. Fikirler, annelerden ve çocuklardan baskın çıkar. Böyle olunca da “iyi” fikirler uğruna ölenlerle, “kötü” fikirliler tarafından katledilenler arasında tek bir ortak payda kalır: Ölmüş olmak. Geride kalanların ortak paydası ise kahramanlarını yaratmaktır. Zamanla seri üretimine başlanılan kahramanlar artık her yanımızı sarmış ve gerçekleri yetersiz geldiğinden olacak düşlerimize dadanan sanal türleri bile piyasaya çıkmıştır.

İzquierdo ise bence oyundaki en etkileyici karakterdir. Onun etkileyiciliği insan sarrafı olmasından gelmektedir. İnsan doğası üzerine böyle bir bilgelikle, alçakça acımasızlığın yan yanalığı kayda değer bir özelliktir ve İzquierdo’yu önemli kılar. O insanlara baktığında kendine has özellikleri görür öncelikle. Katı ve gerçekçidir. Alaycılıkla bezeli üslubu, dehşet salarak desteklediği pragmatizmi ve inançsızlığıyla İzquierdo; Çömlekçi’yi testilerine model olacak hale getirmiş, Komedyen’i son yolculuğuna alkışlarla çıkartmış ve Tüccar’a giderayak yeni bir ticaret ve pazarlama anlayışı buldurmuştur. İzquierdo, kahramanları sever, çünkü bilir ki varlığını onlara borçludur.

Çömlekçi, Komedyen ve Tüccar için söylenebilecek hemen her şeyi, İzquierdo zaten söylemiştir. Anne ise bir “anne”dir. Ricardo ve Elena için ne denilebilir ki? “Ah! Gençlik!” ten başka!

Oyunda üzerinde önemle durulması gereken karakterlerden biri de Peder Coronil’dir. Peder’i tanımlamak “insanlık dışı” kavramına yeni açılımlar kazandırabilir. Zaten kendi tanımlamalarıyla insan olan ve insandan sayılmayanı açıklayan Peder tam bir din bezirgânıdır. Her dinde varlığına bolca rastlanılan bu tipin, yapılan her alçaklığa kendi emellerine uygun düştüğü sürece getirdiği tek bir açıklama olagelmiştir: “Din için ve Tanrı adına!” Böylece insana zulmedenler ve onların maşaları vicdanlarını ‘dinmatik’ ile yıkamış, cennet düşlerinin meltemiyle kurutmuşlardır. En baba kahramanlar, Peder’in mayaladığı hamurdan yoğrulmuş ve “İnsanlığa” hizmette kusur etmemişlerdir.

Emmanuel Robles’in “Özgürlüğün Bedeli” adlı oyununu izleyenler büyük bir olasılıkla Montserrat ile özdeşleşir, Anne ile ağlar ve İzquierdo’dan nefret ederler. Oyun onları alır götürür, içine çeker. Akıcı ve dinamik dili, gerçekçi anlatımı ve temasıyla etkiler. Montserrat sonunda ölür, ama o, özgürlük uğruna kahramanca ölmüştür. İzquierdo’ya bir şey olmamıştır ancak Bolivar kurtulmuştur ya, onun da sonu yakındır nasıl olsa. Perde inerken izleyiciler gözleri yaşlı, oyuncuları ayakta alkışlar belki, salondan çıkarken her şeye rağmen mutludurlar. Daha sonra üzerinde düşünecekleri ne kalmıştır ki? Oyun izleyiciler arasındaki kahramanları yeniden üretmiş ve onlara demiştir ki: “Gidin rahat rahat uyuyun. Sizlerin uğruna savaşan ve ölen birileri var nasılsa. Ancak arada bir sıra sizlere gelecek olursa, üzülmeyin, şan, şeref ve Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanacaksınız. İyi uykular.”

Sonuç olarak demem o ki, ilk olarak Özgürlüğün Bedeli’ni izleyenler terapi olsun diye Godot’yu Beklerken’i mutlaka görmelidirler. Çünkü, Estragon ile Vladimir’de kendilerini bulacaklar ve varoluşları hakkında sorular sormaya başlayacaklardır. Takdir edersiniz ki bu, kahramanlara bel bağlamaktan daha faydalı bir uğraştır.

Potemkin Zırhlısı


Sovyetler Birliği’nin 1905 olaylarını anmak için ısmarladığı filmlerden biri olan Potemkin Zırlısı, 1925 yılında Sergey M. Eisenstein tarafından çekiliyor. Film, hem çekildiği yıllarda hem de sinema sanatının günümüze dek uzanan öyküsünde bir başyapıt olarak kabul görüyor.
Potemkin Zırlısı, tek tek insanlar üzerine yapılandırılmıyor, kitleyi bir bütün olarak ele alıyor. Filmin insancıl boyutu, örneğin bir annenin çaresizliğinde vurgulanırken, toplumsal anlamı ve devrimin ideolojisi, tüm karelere yansıyor. Ancak; Potemkin Zırlısı, adını sinema tarihine ritmi ve kurgu düzeniyle yazıyor.

Film beş bölümden oluşuyor.

“İnsanlar ve Solucanlar”da, tayfalara yedirilmek istenen kurtlu ette şekillenen berbat yaşam koşulları ve hiçe sayılma, bir tayfanın yemek tabağını kırdığı sahnede, hem isyana evriliyor hem de sinema dilinde görsel bir şölene dönüşüyor.

“Denizde Dram”da, bir isyan anlatılıyor. Ayaklanan denizciler balık ağlarıyla yakalanıyor ve kaptan, kurşuna dizilmelerini emrediyor. Askerler emre uymuyor ve isyan başlıyor. İsyanın lideri ölüyor. Bu bölümde Eisenstein’nın gemi güvertesindeki ayaklanmayı anlattığı kareler, tüm film boyunca gözlenen biçimselliğe çok iyi örnekler oluşturuyor.

Üçüncü bölüm, “Ölüm Adalet Arıyor” Ölen denizci, rıhtıma getiriliyor ve halk toplanmaya başlıyor. Sessiz matem öfkeye, öfke, halkın toplu isyanına dönüşüyor. Bu bölümde karşımıza önce teker teker sonra da bir kitle halinde halk çıkıyor.

“Odessa Merdivenleri”, belki de Potemkin Zırlısı’nın en vurucu bölümünü oluşturuyor. Merdivenlerde toplanan halk, Çar’ın askerlerinin üzerlerine açtığı ateş, doğan panik ve tüm bunların olağanüstü bir ritimle sinema diline çevrilmesi, bu bölümün kazandığı ünü haklı çıkarıyor. Askerlerin tek bir sıra halinde, ateş ede ede halkın üstüne yürümeleri, bende, değme gerilim filminin yapamadığı etkiyi yapıyor ve o basamaklar boyunca kaçma isteği uyandırıyor. Vurulan oğlunu kollarına alarak gerisin geri askerlere doğru giden anne, belki de filmin tek bireysel öğesini var ediyor. O’nun çektiği tanımsız acı, birbirinin üstüne atlayan görüntülerin arasında kaynayıp gidiyor. Zırhlıdan, askerlere ateş açılıyor ve bu bölüm, parçalanan aslan heykelleriyle simgesel anlatıma adanıyor.

Son bölüm, “Filoyla Karşılaşma” halk ile denizcilerin kucaklaşmalarını ve zırhlının limandan ayrılışını betimliyor. Zırhlı, Çar’ın filosunun arasından ateş açılmadan geçip gidiyor ve Devrim’in başladığını ilan ediyor.

Eisenstein, Potemkin Zırlısı’nda ritmin ve sinemada kurgunun el kitabını görselleştiriyor. Tüm bir kitlenin kullanıldığı, tek tek insanların pek ön plana çıkmadığı bu filmde, beni yine de bir İnsan’ın sorduğu soru çok etkiliyor:

“Askerler, kime ateş ediyorsunuz?”

Dışavurumcu Alman sineması


Almanya, diğer Avrupa ülkelerine göre daha geç bir ulusal birlik oluşturdu. 1848-1871 yılları arasında yaşanan süreçle bu birliği sağlayan Almanya, kısmen sanayileşme ve gelişmede de geri kalmıştı. 1871'den sonra Bismarck döneminde sanayileşmede sıçrama yapan Almanya 1890'da sona eren bu otoriter yönetimin sonunda sanayisi gelişen ancak, ekonomik açmazlara saplanan bir ülkeydi. Dünya pazarları ve sömürgeler paylaşılmıştı. Dış dünyada önü tıkanmıştı.

20.yy.'a bu sıkıntılarla giren Almanya'nın otokratik ve militarist bir siyasal yapılanması vardı. Almanya yeni pazarlar arıyordu, geniş kara ve deniz gücüne ve pangermanizm ruhuna sahipti. Sonuçta Avrupa devletleri, yeniden paylaşım yolunu seçtiler ve I. Dünya Savaşı başladı. Savaş, Almanya'nın yenilgisiyle sonuçlandı.

Savaş sonrası Almanya'da "kazayla" ilan edilen cumhuriyet, ilk seçimleri 1919'da yaptı. Kadınların da ilk kez oy kullandıkları bu seçimden demokratlar galip çıktı. Hem demokrasi yolunda attıkları adım, hem de Wilson İlkeleri ışığında Ocak 1919'da toplanan Paris Konferansı'na umut bağlayan Almanya, bu oluşuma ancak Nisan ayında çağrıldı. Ancak sonuç Almanya açısından umulanı vermedi ve Versailles Antlaşması ile her bakımdan eli kolu bağlandı.

Ağustos 1919'da kabul edilen Weimar Anayasa'sı, demokrat bir yapıdaydı. Ancak 1920-23 yılları bunalım yılları oldu. Ekonomik çöküntü, anlaşmaya duyulan nefretle birleşti ve bu tepki demokratlara yöneldi. Başarısız da olsa peş peşe sağcı darbeler yapıldı. Seçimlerde demokratlar oy kaybına uğradı.

Dışavurumculuk (Ekspresyonizm), 1900 başlarında Almanya'da ortaya çıktı. Bu akım İzlenimciliği, Gerçekçiliği ve Doğacılığı reddetti ve öznel ya da içsel gerçeğin yansıtılmasını savundu. Almanya'da bütün sanat dallarında etkili olan bu akım, hem sanatta hem de toplumda kabul görmüş biçimlere ve geleneklere başkaldırdı. Toplum dışına itilenlerin yanında yer aldı ve yerleşik kurumlara karşı çıktı. Özellikle yaratıcı yetenekteki sanatçılara, yeni bir düzenin ve yeni bir insanın yaratılmasında öncülük yapma görevi yükledi.

Alman sineması Weimar Cumhuriyeti döneminde altın çağını yaşadı. Dışavurumculuk akımı bu dönemde sinemaya sıçramıştı. Dışavurumcu Alman sineması için dekorlar, makyaj ve aydınlatma büyük önem taşıyordu. Biçim, her zaman içerikten önce geldi. Doğaüstü olayları, kişilik değişimlerini ve ruhsal çatışmaları konu edindi. Doğal mekanlar yerine stüdyoları, çarpıtılmış gerçek dışı dekorları, tüm kuralları alt-üst eden perspektifi ve alışılmamış bir aydınlatma tekniğini tercih etti. Bu akımın aydınlatma tekniklerine getirdiği yenilikler tüm dünyayı etkiledi ve özellikle korku filmlerinin temel aydınlatma prensiplerini oluşturdu.

Dışavurumcu Alman sinemasının ilk örneği olarak, Das Kabinett des Dr.Caligari (Dr.Caligari'nin Muayenehanesi-1919)'yi verebiliriz. Bir mimar olan Robert Wiene'nın yönettiği filmin dekorlarını dışavurumcu ve kübist ressamlar hazırladı. Bu dönemin diğer örnekleri ise, Dr.Mabuse, Golem, Nosferatu, Gölge Kurucusu, Mumyalar Müzesi ve Die Nibelungen'dir.

1925 yılına kadar etkinliğini sürdüren Alman Dışavurumculuğu, Nazizmin yükselişiyle dejenere bir sanat anlayışı olarak mahkûm edildi. Giderek yerini daha gerçekçi bir anlatıma bıraktı.
Frankfurt Okulundan Siegfried Kracauer "Caligari'den Hitler'e" adlı kitabında, Dışavurumcu Alman sinemasının faşizmin habercisi olduğunu belirterek, Caligari ile Hitler'i özleştirir. Nazizm tarafından dejenere ilan edilen bir akımın böyle nitelendirilmesi ancak, dışavurumcuların yaratıcı sanatçılara uygun gördükleri yeni bir insan yaratma misyonuyla açıklanabilir.

I. Dünya Savaşından yenik çıkan Almanya, kendini ekonomik ve siyasal açılardan bir bunalımın içinde bulmuştur. Bu tür bir alt yapının etkileşimiyle doğan Dışavurumcu sinema o dönemin çözülen insanlarını, karmaşık bir ruhsal yapıyı ve kimlik arayışlarını yansıtarak, gerçeklere sırt çevirmiş ve gerçeği çarpıtmıştır. İnsanlara, toplumu ve doğayı yeniden biçimlendirebileceği mesajını aktarmaya çalışan bu akım, karamsar ruhların kimi zaman şiddet içeren anlatım aracı olmuştur.

Sinema ve toplum ilişkisini ele aldığımızda, bunların birbirlerini etkileyen bir döngü içinde olduklarını görüyoruz. Ekonomik alt yapının kültürel üst yapıyı oluşturması, sanatın tüm dallarında olduğu gibi sinema ve medya için de geçerlidir. Toplum sanatı, sanat da toplumu etkiler. Ancak çoğu zaman sanat, toplumun beklentilerine, düşlerine veya karabasanlarına sözcülük etmiştir. Aslında gözler önünde olan ama bakıldığı halde görülmeyen birçok şeyi sanat, kimi zaman kafalara vura vura anlatmış ve nasibine düşen karşı çıkışları, yasakları ve sansürleri bulmuştur. Sinemanın bir sanat olması da ancak bu haykırışlarla mümkündür. Aksi halde sinema, eğlence dünyasının bir unsuru olmaktan öteye işlevi bulunmayan bir gösteriye dönüşür.

Douglas Adams


Onun öldüğünü duyduğumda “hayır, bu ‘son derece normal’ bir şey değil” dedim.. adamın gittiği yer her neresiyle orada da kafa bulacak bir şeyler arayacağını ve o müthiş zekasıyla aradığını bulup, keyifle dalga geçmeye devam edeceğini düşündüm.

Bu alemde Douglas Adams diye bir yazarın var olduğundan on beş yıl önce haberim oldu ve on beş yıldır hiçbir edebi keşif! beni bu kadar etkileyip yaşama bağlamadı. Hayır, abartılı bir “yaşama bağlanma” tanımı değil söylediklerim, gerçek bir bağlanma. Çünkü Adams okuyan herkesin bildiği gibi, yaşam evren ve her şey, muhteşem bir anlamsızlık döngüsüdür ve bunları fazla kafayı takıp kaale almakta bir mana yoktur.

Otostopçunun rehberi size yol gösterebilir, ancak yaşamın anlamını bulmak isteyenler için 42 sayısı yeterli bir veridir. Beğenmeyenler, kendi rehberlerini hazırlar ve bir babil çeviri balığı eşliğinde kullanıma sunarlar, ya da böyle bir şey. Aslında balık sadece, “ee iyi de şimdi bunlar nası aynı dili konuşup anlaşıyo?” türü kıt sorulara bulunan en yaratıcı, zihin açıcı, kafa bulucu ve taklit edilesi bir çözümdür.

Hayal gücü, yaratıcı zeka, birikim, ya da bir yazarı yazar yapan her ne varsa, bunları ifade etme yeteneği olmadan bir naneye yaramazlar. İfade ederken kullanılan dil ve anlatım şekli okuyucu için sinir bozucu bir ağırlıkta ve karmaşıklıktaysa, yine bir işe yaramazlar. Başka tanım bulamadığımdan “akıcı dil” dediğim anlatım tarzı, ne anlatılmak isteniyorsa onu anlatmanın en zor, ama en değerli yolu sanırım. İşte Douglas Adams’ı “yazar” yapan da, sanki çok kolay bir şey yapıyormuşçasına başardığı akıcı anlatım biçimiydi bence.

Onun, benim için ne demek olduğunu hangi yolu seçersem seçeyim anlatamam ki. Ancak böyle yarı duygusal yarı saçma bir yazı yazabilirim, okuyun onu diyebilirim. “Kürdan için kullanma talimatı yazan bir medeniyetin” ürünleri olarak, o medeniyete çok farklı bir yerlerden bakacağınızı söyleyebilirim sadece. Bir de onu çok sevdiğimi..

Nazım Hikmet Ran


Nazım Hikmet Ran 15 Ocak 1902, Selanik doğumludur. Ailesini incelediğimizde, toplumda tanınan bir çok insanla karşılaşırız. Babasının babası, şair Nazım Paşa ve eşi İstanbulludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa, valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü bir insandır. Babası, İttihatçılar devrinde Matbuat Müdürlüğü ve Hamburg Başşehbenderliği yapmış, Hikmet Beydir. Sonradan ticarete atılan Hikmet Bey, zarar edince gazete idare müdürlüğü yapar ve daha sonra, Kadıköy'de Süreyya Paşa sinemasının müdürü olur. Uzun yıllar gazete yazarlığı yapan, oyun yazarı Celalettin Ezine, Nazım Hikmet'in halasının oğludur.

Annesinin büyükbabası Mustafa Celalettin Paşa, Borjenski soyadlı bir Polonyalıdır. Ancak Slav ırkından değil, Gagavuz denilen Hıristiyan Türklerindendir. Daha Polonya'dayken Türkçeyi lehçeleriyle bilen Borjenski, Türkoloji bilgini, askeri mühendis ve topografya ressamıdır. Bir gruba katılarak yurdumuza gelir ve Müslüman olur. Ömer Paşanın kızı Saffet Hanımla evlenir. Oğulları Enver Paşa, Türkçeye özelliğini kazandırma savaşının önderlerinden, ünlü bir dil uzmanıdır. Önemli görevlerle Hindistan'da, Çin'de, Japonya'da bulunur. Fakat asıl Tisalya'daki Golos kumandanlığıyla anılır. Son dönemlerinde Erenköy'de özel bir lise açmış ve çok öğrenci yetiştirmiştir.

Enver Paşa, Nazım Hikmet'in annesi ressam Celile Hanımın ve yine ressam olan teyzesi Sara Hanımın babasıdır. Enver Paşanın Mehmet Ali adında yetenekli bir mühendis, ressam ve şair olan oğlu, çocuk yaşta gönüllü olarak Balkan savaşına katılmış ve Çanakkale'de şehit olmuştur. Nazım Hikmet, özellikle bu dayısının etkisi altında kalmıştır.

Berlin Kongresinde, Osmanlı Devletinin temsilciliğini yapmış olan Müşir Mehmet Ali Paşa da Nazım Hikmet'in anneanne tarafından büyük dedesidir. Mehmet Ali Paşa, Hügönot asıllı Alman'dır. Aslında Protestan mezhebini kabul ettiği için Almanya'ya göçen Fransızların soyundandır. Karl de Troi ailesinden ve Magdeburgludur. On iki yaşındayken okul gemisiyle İstanbul'a gelmiş ve Kızkulesi açıklarında kendini denize atmıştır. Kızkulesi'nin bekçisi tarafında kurtarılmış, çeşitli olaylara sebep olduktan sonra ünlü sadrazam Ali Paşa onu korumasına almış ve Mekteb-i Harbiye'de okutmuştur.
Mehmet Ali Paşa hoşsohbet, şakacı bir insandır. Orduda yaşama düzeyini yükseltmiş, Avrupalı tarzı özenli giysi, çatal, bıçak gibi yenilikler getirmiştir. Kızı Leyla Hanım Nazım Hikmet'in büyükannesidir. Mehmet Ali Paşa, rakipleri tarafından Rumeli'ye isyan bastırmaya gönderilmiş, Berlin anlaşmasında Hıristiyan cemaatına hak tanımak zorunda kaldığında, "Sizi gavura bu sattı" diye, Müslüman halk el altından kışkırtılmış ve Mehmet Ali Paşa kırk dört yaşındayken Arnavut'lar tarafından linç edilmiştir.
Nazım Hikmet'in anne soyundan bir büyükbabası da Mısır ordusunun isyanına karşı kumandanlık eden Dağıstanlı Hafız Paşadır. Ali Fuat Cebesoy, annesinin teyzesinin oğludur. Mehmet Ali Aybar, annesinin teyzesinin torunudur. Oktay Rıfat, teyzesinin oğludur. Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa, Nazım Hikmet'teki şairlik yeteneğini keşfeden ilk insandır.

Nazım Hikmet, ilköğrenimini İstanbul Göztepe Taşmektep'te tamamladıktan sonra, Galatasaray Lisesi ilk bölümü ve Nişantaşı Numune Mektebi'nde okumuştur. 1919 yılında bitirdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'nden sonra, Hamidiye kruvazörüne güverte subayı olarak atanmış, geçirdiği zatülcenp hastalığından sonra, 1920 yılında askerlikten çürüğe çıkarılmıştır.

Nazım Hikmet, çok küçük yaşta şiir yazmaya başlamış ve "Mehmet Nazım" imzasıyla yayınlanan ilk şiiri "Servilikler" hececiler çevresinde büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Nazım Hikmet bu şiiri on dört yaşındayken yazıp, bir kenara atmış daha sonra annesi Celile Hanım tarafından bulunan şiir, Yahya Kemal'e gösterilmiş ve Yahya Kemal de bu şiiri, 1918 yılında Yeni Mecmua'da yayınlatmıştır. Aslında Nazım'ın ilk dizesi, Vâlâ Nurettin'e göre "Yanıyor!.... Yanıyor!.... Müthiş Tarrakalar" dır. Hececi şairler içinde gittikçe ün kazanan Nazım Hikmet, 1920 yılında Alemdar gazetesinin açtığı bir şiir yarışmasında birincilik kazanarak bu ününü pekiştirmiştir.

İstanbul'un işgal edildiği yıllarda direniş şiirleri yazan Nazım, arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte, 1921 yılında ulusal kurtuluş savaşına katılmak üzere Anadolu'ya geçmiştir. Nazım Hikmet, Anadolu'da özgür olacağına ve şiirlerinin oradan daha iyi duyulacağına inanmıştır. İstanbul'dan İnebolu'ya gidişlerini, kendilerinden daha yaşlı şair arkadaşları tertiplemiş ve İstanbul polis müdüriyetindeki millici polisler, sahte isim ve mesleklerle düzenledikleri geçiş tezkerelerini sağlamışlardır. Yol paralarını ise, Sirkeci'de dişçilik yapan hiç tanıyamadıkları Şevki Bey adında biri vermiştir. Nazım Hikmet Anadolu'ya geçeceğini ailesine açıklamadığı için hazırlıksız olarak buluşma yerleri olan Cenyo adındaki birahaneye gelmiş ve 1920 yılının son gecesini, Sultan Mahmut Türbesinin yanındaki Mahmudiye otelinde geçirmiştir. 1921 yılının ilk günü Sirkeci rıhtımından kalkan çok eski ve küçük "Yeni Dünya" vapuruna binerek üç hececi şair arkadaşıyla birlikte İnebolu'ya gelmiştir. Birlikte yola çıktığı şairler, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç ve Vâlâ Nurettin'dir. Ancak Ankara'dan sadece Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin'e izin çıkmıştır.

Anadolu'ya geçmek için İnebolu'da kaldıkları günlerde yine kendileri gibi Ankara'dan izin çıkmasını bekleyen Almanya'dan gelmiş genç öğrencilerle karşılaşırlar. Alman Spartakist hareketini yakından tanımış olan bu grubun içinde, sonradan CHP milletvekili olan, Mehmet Sadık Eti, Vehbi Sarıdal ve Nafi Atuf Kansu gibi sosyalizmi savunan ve Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz edenler vardır. Onların anlatımlarıyla, Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin Marxist düşünceyle tanışırlar.

Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev, İstanbul gençliğini ulusal savaşa çağıran bir şiir yazmalarıdır. Yazdıkları şiir, 1921 yılının Mart ayında basılıp dağıtılır ve yankıları çok büyük olur. İsmail Fazıl Paşa, bu iki şairi Mustafa Kemal Paşa'ya takdim etmek üzere Meclis'e çağırır. Vâlâ Nurettin'e göre Mustafa Kemal, şairlerin elini sıkmış ve onlara hiçbir giriş cümlesine gerek duymaksızın, "Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız" demiştir.

Ankara Hükümeti'nin isteğiyle Bolu'da öğretmenlik yapmaya başlarlar. Kalpak giyinmeleri, camiye gitmemeleri gibi nedenlerle din adamlarının ve eşrafın tepkisi toplayan şairleri, Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi korur. Ziya Hilmi onlara, Fransız Devrimi'ni, Lenin'i, Kautsky'i ve Sovyetler Birliği hakkındaki düşüncelerini anlatır. Nazım Hikmet ile Vâlâ Nurettin, kısa süre sonra öğretmenliği bırakarak, yeni tanıştıkları düşüncelerin etkisiyle Ekim Devrimi'ni yerinde yaşamak için, 1922 yılında Batum yoluyla Moskova'ya giderler. Bu kararı vermelerinde, tutucu çevrelerin baskısı, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları ve Ziya Hilmi'nin düşüncelerinin de etkisi vardır.

Nazım Hikmet, Moskova'da yeni açılan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV)'nin ilk öğrencilerinden biri olur. Sovyetler Birliği'nde bulunduğu ilk yıllarda şiirinin biçimini ve özünü değiştirir. Serbest ölçüyle yazdığı bu dönem şiirlerinin bazılarını, 1923 yılında Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilere göndererek yayınlatır. KUTV döneminde aynı zamanda Türkiye Komünist Partisi'nin üyesi olur. TKP'nin "Toparlanış Kongresi" için, 1924 yazında Türkiye'ye döner. Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar. 1 Ocak 1925'te İstanbul'un Akaretler semtinde Şefik Hüsnü'nün evinde toplanan TKP'nin 2.Kongresine KUTV delegesi olarak katılır ve Merkez Komuta üyeliğine seçilir.

Şubat 1925'te Şeyh Sait ayaklanmasının başlaması üzerine, 4 Mart 1925'te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu çerçevesinde yapılan tutuklamalardan kurtulur. Ankara İstiklal Mahkemesi'nin takibatı üzerine bir süre İzmir'de saklanır ve daha sonra tekrar Sovyetler Birliği'ne gider. Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından gıyabında 15 yıl kürek cezasına mahkûm edilir. 1926 Mayıs'ında Şefik Hüsnü tarafından Viyana'da toplanan Parti konferansına katılır. 1927 Tevkifatı'nda soruşturmaya uğrayarak, yapılan yargılama sonunda gıyaben 3 ay hapse mahkûm olur. 1928 yılında partili arkadaşı Laz İsmail (Marat) ile birlikte Sovyetler Birliği'nden Hopa'ya pasaportsuz olarak geldiklerinden ötürü tutuklanır. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararı sonunda 3 aya mahkûm edilir. Hopa-Ankara- İstanbul arasında geçen tutukluluk süresinde cezasını tamamlamış olduğundan, 1928 yılının sonlarında tahliye edilir.

İstanbul'a gelerek Resimli Ay dergisinde gazeteciliğe ve yazarlığa başlayan Nazım Hikmet, yayınlanan şiirleriyle ününü pekiştirir. Yeraltındaki TKP içinde çalışmalarını sürdürürken, Parti üst kadroları ile girdiği tartışmalar sonucunda, Parti'den atılır. Bu arada bazı şiir kitaplarında komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yargılanır ve duruşma beraatle sonuçlanır. 1932'de İstanbul'da dağıtılan bildiriler yüzünden toplu tutuklamalar olur ve Nazım Hikmet de Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanır. 4 yıl ağır hapse mahkûm edilir. 1933 yılında çıkarılan, Cumhuriyet'in 10.yıl affı ile cezası düşer.

1936'da Endüstri Dokumacılar Cemiyeti kurucusu işçiler ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte gizli örgüt yöneticiliği iddiasıyla tutuklanır ve 1937 Nisanına kadar tutuklu kalır. Yargılama sonunda beraat eder.1937 yılı sonlarında kendisini ziyarete gelen Ankara Kara Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz'i, askeri öğrenci kılığına girmiş polis sanarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü Komünist Masası'na telefonla haber vermesinden sonra Harp Okulu öğrencilerinin tutuklanması üzerine, 1938 yılı Ocak ayında gözaltına alınır ve Ankara'ya götürülür. Mart 1938'de Askeri Mahkeme tarafından "askeri isyana tahrik ve teşvik" suçlamasıyla 15 yıl hapse mahkûm edilir. 15 yıllık cezası Askeri Yagıtayca da onaylanan Nazım Hikmet, aynı yılın yazında İstanbul'a getirilerek Donanma Davası sanıkları arasına katılır. Bu kez, arkadaşı Hamdi Şamilof aracılığıyla, 1934'de tanıdığı Yavuz Zırhlısı başgediklilerinden Hamdi Alevdaş vasıtasıyla donanmada "isyan tahrik ve teşvikçiliğinde" bulunmakla suçlanır. Askeri Mahkeme'nin yargılaması sonucunda bu davadan da 20 yıl hapis cezasına çarptırılır. Birlikte yargılandıkları Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir'le birlikte bir süre Çankırı Cezaevinde, sonra on yıla yakın Bursa Cezaevinde yatar. 1950 yılı yazında afla tahliye olur.

Nazım Hikmet, hapisten çıkmasına rağmen açıkça polis tarafından izlenir ve kitaplarını yayınlatma olanağı bulamaz. Askeri okul geçmişi ve çürüğe çıkarılana kadar yaptığı subaylık görevi olmasına karşın, askerliği için karar alınınca, şubeden hazırlıklarını yapmak için izin alan Nazım, Refik Erduran'ın kullandığı bir sürat motoruyla İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e açılır ve Bulgaristan sahillerine çıkmayı düşünürken, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya'ya gider. Oradan Moskova'ya geçmesi üzerine, 25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulu kararıyla, Türk vatandaşlığından çıkarılır.

Nazım Hikmet, TKP'nin Yurt Dışı Bürolarında faaliyet gösterir, uluslararası kongrelere katılır, çeşitli ülkelere yolculuklar yapar, yapıtları birçok dillere çevrilir ve büyük bir ün kazanır. 1963 yılında, kalp krizi sonucu Moskova'da ölen Nazım Hikmet, Novodeviçiy Mezarlığı'na gömülür.

Nazım Hikmet, ilk şiirlerini hece ölçüsüyle yazar. Hececilerden içerik açısından farklılıklar gösterir ve onların bireyci şiir anlayışlarını benimsemez, toplumcu bir şiir anlayışını benimser. Şiirlerinin içeriği geliştikçe, hece ölçüsünün dar kalıpları yetersiz kalır ve Nazım Hikmet yeni biçim arayışlarına yönelir. Türkçe'nin zengin ses özelliklerine uyum sağlayan serbest ölçüyle yazmaya başlar.
Nazım Hikmet, kendi çağının dramını, düşüncelerini, olaylarını, değer yargılarını en iyi anlatan sanatçılar arasındadır. Onu okuyanlar, yaşadığı yılları yapıtlarından, tüm renkleri ve sorunlarıyla izleyebilir ve o dönemin macerasını bu yapıtlarda bulabilirler. Türk Kurtuluş Savaşımızdan, Asya ve Afrika'daki çeşitli kavgalara; İspanya savaşından, Habeşistan dramına; Ekim Devrimi'nden, Hindistan'a, Çin'e, İngiliz adalarına ve Dünya Savaşından, tüm gelişmelere kadar her konuya ilgi göstermiştir. Bundan dolayı uluslararası sanat çevrelerinde, dünya şairi olarak kabul edilir.

Türkçe'nin şairidir. Türk dilini yalnız Türkiye sınırları içinde hapsetmemiş, onu inkâr edenler çıkmasına rağmen, Nazım, Türkçe'ye sınırlarımızı aşırtmıştır. Vâlâ Nurettin'e göre Nazım Hikmet elbette Pantürkist değildir ama, yazı Fransızcası nasıl Fransa'da, Belçika'da, İsviçre'de, Kanada'da ve bazı eski sömürgelerde ortak dil ise, Türkiye içindeki ve Türkiye dışındaki Türkler arasında manevi köprü kuracak olan ortak Türkçe'yi, Nazım yazmıştır.

"Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk halkını ve dünyanın en güzel dillerinden biri ve belki de en başta gelenlerinden olan Türk dilinin diyarı küfürde tanınmasına vesile olabilmek ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur. Bir köylü, toprağını ve öküzünü, bir marangoz, tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum." Nazım Hikmet

YAPITLARI:Güneşi İçenlerin Türküsü - 1928, 825 Satır - 1929, Jakond ile Sİ-YA-U - 1929, Varan 3 - 1930, 1+1=1 - 1930, Benerci Kendini Niçin Öldürdü - 1932, Gece Gelen Telgraf - 1932, Kafatası (oyun) - 1932, Bir Ölü Evi (oyun) - 1932, Taranta Babu'ya Mektuplar - 1935, Unutulan Adam (oyun) - 1935, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı - 1936, Memleketimden İnsan Manzaraları - 1941, Kuvâyi Milliye - 1941, İvan İvanoviç(oyun)-1956 Ölümünden sonra yayınlananlar: Saat 21-22 Şiirleri-1965, Şu 1941 Yılında - 1965, Sabahat - 1965, İnek - 1965, Ferhat ile Şirin - 1965, Kan Konuşmaz (roman) - 1965, Rubailer - 1966, Yeni Şiirler -1966, Dört Hapishaneden - 1966, Ocak Başında / Yolcu - 1966, Yusuf ile Menofis - 1967, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim - 1967, Kemal Tahir'e Mahpushaneden Mektuplar (mektup) - 1968, Oğlum, Canım Evladım, Mehmedim - 1968, Sevdalı Bulut (masal) 1968, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû'lara Mektuplar 1970, Demokles'in Kılıcı - 1974, Nazım ile Piraye - 1975, Tüm Eserleri 1975-80'de Asım Bezirci tarafından 8 cilt olarak hazırlandı. 1988-92 arasında yayınlanan bütün yapıtları dizisinden şiirleri (8 cilt), çeviri şiirleri (La Fontaine'den Masallar, 1 cilt), mektupları (3 cilt), oyunları (5 cilt), romanları (3 cilt), öyküleri (1 cilt), çeviri öyküleri (1 cilt), masalları (1 cilt), yazıları (5 cilt) ve konuşmaları (1 cilt), toplam 29 cilt olarak yayınlandı.

Mutluluk üzerine

“Evet, ben mutluyum” dediğimizde, mutluyuzdur..

Belki çok istediğimiz bir şey olmuştur, belki bir hastalıktan kurtulmuşuzdur, belki de çok özlediğimiz birine kavuşmuşuzdur. Ya da sadece hava güzeldir, aynadaki aksimiz gözümüze bir hoş gelmiştir falan falan..

Mutluluğu sürekli yaşayan ama gerçekten, yaşamının her anında göğsünü gere gere “Ben mutluyum kardeşim!” deme zevkini tadan kaç insan evladı var acaba? Hani “Aptallık en büyük mutluluktur” savıyla biçimlenen mutluluk değil demek istediğim.. Harbi mutluluk!

Yok değil mi? En azından benim çevremde artık öyle insanlar yok. Tamam kabul ediyorum, yaşam şartları, ülkenin hatta dünya’nın durumu, bir merhabayı bile birbirinden esirgeyen insanların, varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları kentler ve daha bir ton nedeni var bunun.

Ama bazen düşünüyorum ve diyorum ki kendime, acaba bizler cevabını asla bulamayacağımız sorular üretmeye başladığımızda mı kaybettik mutluluğu? “Mutluluk nedir?” ile başladık, “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?” lerle devam ettik.. O kadar çok tanım ve reçete ürettik ki, sonunda “Yok be abi, bu durumda ben kesin mutsuz bi şey oluyorum” deyip rahatladık.

Daha çok mutlu olmak için, daha sağlıklı olmaya karar verdik. Haksız da sayılmazdık çünkü sağlık her şeyin başıydı. Ama sonra, yemeden içmeden kesildik. Mümkünse sadece otlarla beslenen, bilmem kaç tür mineral katkılı sudan başka bir şey içmeyen garip bir canlı türüne evrildik. Şöyle batan güneşe karşı iki kadeh devirdiğimizde suçluluk duyar olduk. Hele yanında bir de mezenin dozunu kaçırmışsak, bunalımlara girdik. Ama asıl hüsranı, bu malzemeye bir de sigara yakışır dediğimizde yaşadık. İki duman arası kahrolduk, ölüp ölüp dirildik.

Geleceğimizi düşünüp imkanları el verişli, parası bol bir işimiz olsun istedik. Çocuklarımızı bu tür mesleklere yönlendirdik. Sonra saatleri saya saya tükettiğimiz ömrümüzün son baharında resim kurslarına yazıldık, korolara katıldık. Bazen, yeteneğimizin olmadığı yerde imdadımıza hırsımız yetişti. Olmazı olur yapmaya çalıştık, olmadı.. Ve her olmayışın nedenini, kendimizden başka her yerde ve herkeste aradık. Dev aynaları serdik egolarımızın önüne, kesmedi, sihirli aynalar yarattık. Her şeyi bildik ama bir kendimizi bilemedik.

Aşık olduk, aşkı yaşayamadık. Kadın erkek bir imzanın derdine düştük. Hayırlı kısmetler dilenmişti bizim için, bulmaya odaklandık. Kaç sevda yanaştı kıyılarımıza kim bilir, ama “Ya sonra?” kazınmış ya ruhumuza, haliyle korktuk, kaçtık. Günler, aylar ve yıllar sonrasını düşündük de, “Peki ya şimdi?” demeyi akıl edemedik.

“Yapılacak işler” listesiyle büyüdük, formüllerle yaşamaya çalıştık, sorguladık, sorduk, irdeledik, özlü sözler okuduk, haplar yuttuk hayata dair. Başa çıkamadığımız anlarda iki dakika delirip, ciddi anlamda mutlu olmayı başardık.. Kimse inanmadı mutlu olduğumuza, tedavi edildik.

“İyilik, sağlık” diye diye, ölüp gittik.. Geriye sorularımız kaldı. Şu dünya üzerinde, bir gün gelip de öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü, bizlerdik. Belki de bu yüzden çok mutsuz varlıklardık. Sonsuzlukta var olabilmek için “Mutlu olmanın bilmem kaç şartını, yollarını, sırlarını” ürettik, tükettik..

Bedenlerimiz doğaya karıştı gitti. Bizi biz yapan ruhumuzdur dedik, ama o ruhun yaşamasına izin vermedik. Neyi zorladığımızı ben anlayamadım. Altı üstü üç günlük şu yol filminde, biz nerede kendimizi yitirdik? Çok mu değerliyiz? Çok mu zavallıyız?

“Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, plan yapın.” Albert Einstein.

Merhumun, cümle aleme dilini çıkardığı o malum fotoğrafını, bu ‘özlü söz’ünün uygun bir yanına iliştirelim ve “Ya sonra?” demelere devam edelim..

Robotla röportaj

konuğumuz, robot daneel... ( 'uçuk bir konu, kaçık bir konuk' adlı radyo yapımından alıntıdır. )

sunucu: merhaba sevgili dinleyenler, çayınızı kahvenizi alıp radyonuzla bütünleşin. bu hafta uçuk konumuz, bilimkurgu. uçukluğu, bilimkurgunun "kurgu" bölümüne yakıştırıyoruz. "bilim" deyince ayaklar yere değiyor. hazır ayaklar yerdeyken şu konuya bir açıklık getirelim. efendim, bu hafta asıl konumuz, neden bizde bilimkurgu yok? yani neden bilimkurgu türü romanlarımız yok, ya da filmlerimiz ya da televizyon dizilerimiz? şöyle kestirmeden bir cevap vermek gerekirse diyebiliriz ki, bizde bilim yok ki, kurgusu olsun. yani ne kadar bilim, o kadar bilimkurgu. ama bir şeyi atlıyoruz gibi geliyor bana. bence burada asıl önemi işin "kurgu" bölümüne vermek gerekiyor. nasıl bilim olmadan kurgusu olamıyorsa, kurgu olmadan da bilim olmuyor. her müthiş buluşun temelinde, bir uçuk insan evladının düş gücü yatıyor ve genellikle de bu uçukluğu yapanlar, bilim insanları olmuyor. işte jules verne, bu adamcağızın o tadına doyulmaz bilimkurgularını yazdığı günlerde, arkasından teneke çalınıyordu. ama örneğin bir "denizler altında 20.000 fersah" romanında anlattığı denizaltı, bir nükleer denizaltıydı. böyle olduğu için de ilk gerçek nükleer denizaltı yapıldığında ona jules verne'nin denizaltısının adını verdiler: nautilus. nautilus, jules verne'nin düş gücünün, uçukluğunun bir ürünüydü. bir kurguydu. gel zaman git zaman, bilim onu aldı, geliştirdi ve gerçekleştirdi. işte bu konuya biraz da bu pencereden baktığımızda, bizde neden bilimkurgunun olmadığına farklı bir ışık tutuyor. şimdi gelelim bu haftaki konuğumuza. konuğumuz, robot daneel. bu ismi hatırlayanınız var mı? hani şu insan görünümünde, insan üstü bir zekaya sahip, olağanüstü robotu. evet, ısaac asimov'un sevgili robotu daneel, bu haftaki konuğumuz. aslında daneel bir süredir ülkemizde bulunuyor. zamanda zorlu bir yolculuk yaparak geldi. zaman yolculuğu bizim için bir kurgu. ama öyle anlaşılıyor ki, akıl sahibi insan ırkının evlatları, gelecek yüzyıllarda bu işin sırrını çözmüşler. bu arada bir konuya daha çözüm getirmişler ve kurgulu saatin icadından beri kura kura bitiremediğimiz robot düşünü de gerçekleştirmişler. ilahi adalet, ilk insan benzeri robota da asimov'un daneel'inin adını vermişler. işte bu daneel, şimdi karşımda oturuyor. merhaba robot daneel, hoş geldiniz.

konuk: merhaba, hoş bulmadım.

sunucu: ee, şey, sanırım hoş bulduk demeniz gerekiyordu r. daneel.

konuk: evet, onu biliyorum da, ne zaman bu çağa gelsem hiç de hoş bulmuyorum. keşke bazı olayların gidişini etkileme iznim olsaydı.

sunucu: anlıyorum daneel, yani zaman yolculuğu var ama tarihi değiştirme şansınız yok.

konuk: öyle de söylenebilir. ne geçmiş, ne gelecek çağlarda parmağımızı bile oynatamıyoruz. zaten bir şeyler yapmaya kalksak, tarih boyuna değişecek. karışık bir olay anlayacağınız.

sunucu: genelde öyledir. ama biz asimov gençliği, zaman yolculuğunun paradoksları konusunda oldukça fikir sahibi sayılırız. bu arada bir şeyi merak ediyorum. asimov'un "sonsuzluğun sonu" diye bir romanı vardı. bir şirket haline gelen ve kendini diğer insanlardan soyutlayan zaman yolcularını anlatıyordu. her çağa elleri uzuyordu ve olaylara etki ediyorlardı. tarih o kadar değişiyordu ki, asla tek, bildik bir gerçeklik olmuyordu. sonunda da içlerinden biri çıkıp, bu sistemi yok etti. peki sizin çağınızda bu işlem nasıl yürüyor?

konuk: sadece, birleşik dünya üniversitesi bu sistemde söz sahibi. zamana gönderilen yolcular ise sadece benim gibi insan benzeri robotlar ve tabii ki amaç da sadece gözlem.

sunucu: gözlem yapmaktan söz açmışken, konuya dönmek istiyorum. bu çağda, şu an aralarında bulunduğunuz ülkemiz insanlarının bir sorunu var. aslında kimse bunu bir sorun olarak görmüyor. ama biz yine de sorun diyelim. bizler, bilimkurgu yapamıyoruz. bir iki örnek var ama bunlar gerçekten bir iki tane oldukları için yok sayılabilir. ne dersiniz r. daneel, sizin gözlem yeteneğinize güvenerek soruyorum, biz bu işi neden beceremiyoruz?

konuk: biraz önce bu konu hakkında söylediklerinizde haklılık payı var. yani öncelikle bilimde ileri bir düzeye gelmek gerekiyor. daha doğrusu, bir bilimkurgu yazarının bilimden anlaması, haberdar olması gerekiyor. tabii düş gücü de çok önemli. hatta belki de sizin dediğiniz gibi daha önemli. doğrusu bu iki kavram öyle iç içe geçmiş ki, bilim mi kurguyu doğuruyor, kurgu mu bilimi, bilemiyorum. sanırım ikisi de.

sunucu: bizde bir söz vardır, belki duymuşsunuzdur: tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan. bu da ona benziyor.

konuk: bu tartışmayı biliyorum. cevabını bizimkiler buldular ama söyleyemem. etki etmek kapsamına giriyor bu bilgi.

sunucu: çok ilginç, ama aslını ararsanız pek de önemi yok. neyse, gelelim bizim sorunumuza, ne dersiniz?

konuk: birleşik dünya üniversitesinde, bilmem kaç kuşak öncesi, sizin ülkenize dayanan insanlar var. bizim zamanımızda artık ayrı ayrı uluslar yok. bir dünya var bir de ulusu. ama bu zaman yolculuğu işi çıktıktan sonra herkes kendi soyunu sopunu merak eder oldu. sırayla geçmiş zamanın ülkelerine gözlemci göndermeye başladılar. herkes nereden geldiğini merak etmeye başladı. bir bilim insanı, kendi soyunun geçmişini incelerken, ortaya bu ayrı ayrı ülkeler işi çıktı. aslında tabii tüm tarihi bilgiler elimizde zaman yolculuğundan önce de vardı, ama hiç kimsenin aklına o bir zamanların farklı devletleri gelmiyordu. şimdi yeni bir moda başladı. insanlar birbirlerine soylarını sorup duruyorlar. yeniden ayrımcılık başlayacak diye korkuyorum. neyse, işte benim ülkenize gelişim de bu moda sayesinde oldu. ilk ortaya çıktığınız çağlardan bu yana gözlem yapıyorum. bugün için diyebilirim ki, durumunuz pek iyi gözükmüyor. asıl sorunun ise, sizin sorunuzda düğümlendiğini sanıyorum. yani bilim yok, teknoloji yok, düş gücü var ama şekil değiştirmiş. hayal görmeyi seviyorsunuz ama düş kuramıyorsunuz. örneğin bu çağda bazı ülkelerde okul öncesi çocuklara "çocuklar sorun çözüyor" adında bir program uygulanıyor. o küçücük çocuklara, hadi bize bir "fil kaldırma makinesi" yapın diyorlar ya da "kedi ile köpekleri ayırma makinesi" yapmalarını istiyorlar. yaratıcı yönlerini, düşsel dünyalarını harekete geçiriyorlar. herkes rüya görür. siz gördüğünüz rüyaların ne anlama geldiğini çok merak ediyorsunuz ama rüya nedir, insanlar neden rüya görür, nasıl oluşur, işte bunları merak eden yok.

sunucu: bu gözlemde biraz haksızlık yok mu? bizim de araştıran, çeşitli konularda kafa patlatan insanlarımız var.

konuk: kaç tane?

sunucu: kabul ediyorum, çok değil ama dünya çapında ün sahibi olmuş bilim insanlarımız var.



konuk: işte anahtar bu. dünya çapında ünlü ama ülkenizde değil. çünkü kimse merak etmiyor. gerçek nedenler merak konusu değil, sadece söylentiler ilgi topluyor. demek istediğim, aslında sorun, düş gücünü, yaratıcılığı engelleyen sistemde.

sunucu: eğitimden mi söz ediyorsunuz?

konuk: eğitim çok önemli tabii, ama eğitim sisteminiz de bu genel sistemin bir sonucu. gelecek korkusu herkeste var ama geleceğin nasıl olacağını kimse merak etmiyor. bu ülkenin çoğu insanının bildiği tek gelecek "öbür dünya" dedikleri, ölüm sonrası gidildiği varsayılan yer. bu arada hemen söyleyeyim, oralara henüz biz de gidemedik. neyse, sonuç olarak diyebilirim ki, evrendeki en büyük güç, zekâdır. aklın çalışması gerekir. bunun için de insanlar akıllarına güvenmek zorundalar. her şey orada başlayıp, bitiyor. beynin bir kısmı kurgularken, diğer bir kısmı yapıyor. bu iki parça birlikte çalışmadıkça üretim olmuyor ve insanlar, ya aklını çalıştırmasını bilen insanlara uydu oluyor ya da toptan bir insanüstü varlığa teslim olup, rahatlıyorlar. böyle olunca da, kazara merak duydukları konulara getirdikleri en bilimsel açıklama, "allah bilir" oluyor. düş yok, merak yok, araştırma yok, çözüm yok, tabii ki bilim yok ve doğal olarak, olmayan bunca şeyin kurgusu da yok.

sunucu: robot daneel, gözlemleriniz can sıkıcı da olsa, itiraf etmeliyim ki gerçekçi görünüyor. ama sanırım bizim insanımızda bunca yokun arasında sadece "umut" var. hiç yoktan iyidir, ne dersiniz?

konuk: umut etmek iyidir, hoştur ancak çaba gösterilirse. her neyse, en azından gelecek için söyleyebilirim ki, zor da olsa, uzun da sürse sorun çözülüyor.

sunucu: yani biz de bilimkurgu yapıyor muyuz?

konuk: evet, sanırım bu kadar ipucu verebilirim.

sunucu: size çok teşekkür ediyorum, robot daneel. çağınıza bizden selam söyleyin.

konuk: hoşça kalın. yeniden gelmek isterdim ama kural olarak aynı ülkeye, aynı çeyrek yüzyılda, aynı gözlemciyi göndermiyorlar. neyse, biraz karışık oldu ama durum bu.

sunucu: sevgili dinleyenler, bu hafta "uçuk bir konu, kaçık bir konuk" yapımında konumuz, bizde neden bilimkurgu yok, konuğumuz da robot daneel idi. ne garip, torunlarımız zamanda yolculuk ederek, insanlığın ilk ortaya çıkışından belki de evrenin yok olacağı o ana kadar her döneme gidip oralarda bulunma ayrıcalığını, yani sonsuza kadar yaşama düşünü, robotlara bağışlamışlar. haftaya görüşmek üzere, hoşça kalın.

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin